Yağmurlu bir havaydı ama sokakta koşan insanlar yoktu. Sanki güneşli, sakin bir havaymışçasına herkes kendi amacıma doğru yürüyordu. Oysa şiddetli bir hava vardı. Ufak ufak atarken kenardaki apartman girişlerinin birinde beklemek istemiştim ama diğer insanların yağmuru hiç umursamaması beni durdurmuştu. Şuan herkes gibi sırılsıklamdım. Gireceğim binanın kapısının önünde durduğumda kendi kendimi sorguluyordum. Ne vardı ki herkese uymasam? Beklemeliydim. Bekleseydim şuan bu kapının önünde sırılsıklam olmazdım. Nasıl oturacağım koltuğa diye de düşünmezdim. Saçlarım sırılsıklamdı. Hasta olmazdım hem bekleseydim. Şimdi akşam hasta olursam iyi olmayacaktı. Ofladım, ayaklarıma baktım. Beyaz spor ayakkabılarımın üzerinde çamur lekeleri vardı. Gözlerimi kapattım ve birkaç dakika öncesine dönebilseydim yapacağım tercihi düşündüm. Sanki dönmüşüm de o tercihi yapmışım gibi bir de devamında olacakları hayal ettim. Ceketimin cebindeki telefon titreyince gözlerimi açtım. Beklerken daha da çok ıslanmıştım. Birkaç dakika önce yaptığım o seçimin ne önemi vardı ki. Her gerçeklikte bir şekilde yanlış bir tercih, memnun olmadığım bir şeyler yapıyordum. O memnun olmadığım tavırla binanın kapısına yürüdüm ve kapıyı iteledim. Dışarının kasveti yüzünden apartman karanlıktı. Eski olduğunu belli edercesine de nem kokuyordu. Yüzümü buruşturdum, o kadar da dayanılmayacak gibi değildi ama. Kollarımı biraz salladım belki otomatik ışık vardır diye, yanmadı. Neyse dedim çok da önemli değildi. Cebimdeki telefon tekrar titreyince çıkardım. Nerede olduğumu merak eden bir kişilik mesaj atmıştı. Nem küpü apartmandayım işte yahu. Geliyorum. İlk katın merdivenlerini çıkınca beyaz otomatik ışık yandı. Girişte yoktu demek ki. Normal bir apartmandı sanki. Yani insanların yaşadığı çünkü plastik ayakkabılıklar, hoş geldiniz yazan çirkin paspaslardan vardı karşılıklı iki kapının önünde. Buna rağmen bir o kadar da sessizdi burası. İkinci kata çıktım, bu sefer sarı ışık yandı. Renkli bir kişiliği vardı apartmanın. Benim hayatımdan renkliydi mesela. Üçüncü katı daha çok merak ediyordum şimdi. Merdivenleri çıktım biraz meraklı ama çok da hızlı değil. Şok. Işık yanmadı. İşte bu kat bendim. Dışardaki hava da bendim. Böyle dışarda, dağda çiçeksiz kuru bir ot görürseniz büyük ihtimalle o da benimdir. Bende böyle bir bıkmışlık, bir yaşamdan keyif almama durumu vardı. İşte tam bu yüzden ben gökkuşağı değildim, beton arasından bulduğu çatlaktan yola vuran o sarı çiçek hiç değildim ya da mavi kanatları olan o güzel kelebek. Ben kelebeği öldüren et yiyen bitki, çiçeğin üstüne basan o insandım. Oysa ne güzel olurdu burnuna kelebek konan o tatlı köpek olsaydım.
Dördüncü kat için basamakları çıktım yine. Beni
ilgilendiren kata gelmiştim işte. 8 numaralı daire beni ilgilendiriyordu.
Burada bir insan yaşamıyordu işte o hoş geldiniz yazılı paspas yoktu. Onun
yerine kapının üstünde kocaman bir reklam tabelası vardı. Zile bastım. Normal
ev değildi ama kapısı da öyle sonuna kadar herkese açık değildi haliyle. Kapı
çok geçmeden açıldı. Uzun boylu, zayıf yakışıklı bir adam kapıyı açtı. Benim
kim olduğumu bilmediğine emin olduğum için adımı söylemek üzereydim ki
arkasından ismim söylendi. “Deniz!” Nerede olduğumu merak eden kişilikti.
“Neredesin sen? Kararlaştırdığımız saati mi unuttun abi ya?”
“Yağmur var.” Başımı salladım ve gülümsemeye çalıştım.
Nefesini verdi. “Neyse odama geç ben patrona haber vereyim.” Başımı salladım ve
bana kapıyı açan adamın beni götürmesine izin verdim. Onu takip ederken ofisin
düzenine baktım. Sanki Paris’te bir ev gibi hissettiriyordu. İçindeki mobilyalar,
aksesuarlar, kullanılan renkler… Adam eliyle odayı gösterdi. “Buyrun.” Başımla
selamlayıp içeri girdim. Odada sarı küçük bir ışık yanıyordu. Masanın üstü
buruşturulmuş bir sürü kağıtla doluydu. Masanın sağ tarafında bir kitaplık
vardı. Tamamen doluydu ama çok karışıktı. Biraz yaklaştım raflara. Dünya
klasikleriyle kişisel gelişimler aynı rafta, renk düzeni yok, yayınevi grubu
yok. Hepsini geçtim bari boylarına göre dizilseydi. Başımı iki yana salladım.
Masanın tam karşındaki üçlü koltuğa oturdum, sırtımdaki çantayı yanıma aldım.
Birkaç dakika sonra odaya patron olduğunu düşündüğüm bir kişi ve beni merak
eden kişilik geri döndü. “Hoş geldiniz.” Elini uzattı, adamın elini sıktım.
Meraklı kişilik kendi sandalyesine, patron da karşımdaki koltuğa oturdu. Merak
konuşmaya başladı. “Deniz biz senin yazını okuduk. Ben çok beğendim.” Kaşlarımı
çattım. “Evet?” Patron lafı devraldı. “Ama bu iş satmaz. İçinde aşk, kavga,
gürültü, zıtlık ya da ne bileyim böyle iş yapan bir tema olmalı.” Yutkundum.
“Senin işin” garip bir surat ifadesiyle “normal. Herkesin hayatını yazmışsın.
İnsanlar bunları izlemez, okumaz.” Meraklı kişiliğe baktım. ‘Bu da böyle’ dedi
sanki bana gözleriyle. “Zengin birilerini yaz hayatlarını ya da çok fakir
birilerini zorlukları görelim.” Ellerimi birleştirip biraz eğildim. “Eee ben
bunları kafamdan mı uydurayım?”
“Nasıl?”
“Ben ne çok zenginim ne çok fakirim. Ben anlamam
ikisinden de.”
“Yahu yazmak için yaşaman anlaman gerekmiyor. İzle
dizileri filmleri bu konuda bir sürü şey var. Birazını oradan al birazını buradan.”
Elimi başıma koydum. “Ya sen yap o zaman.” Başımı kaldırdım. Meraklı kişilik
parmağını ağzına koymuş susmamı söylüyordu. “Ben uğraşamam çalmakla falan.
Kolay gibi söylemesi sen yap o zaman.” Patron meraklı kişiliğe baktı, ayağa
kalktı. “İlgilen şununla.” Odadan çıktı ve yüzüme bile bakmadı.
Böyle bir şey olmadı. Benim cevabıma kadar olanlar
oldu ama benim cevabım denerim oldu.
Patron bana gülümsedi. “Güzel, o zaman siz detayları konuşun.” Tekrar elimi
sıktı ve odadan sakince çıktı. Meraklı bana baktı. “Halledersin abi ya.” Başımı
salladım. “Bakmam lazım biraz.” Masasının üzerindeki mavi dosyayı alıp yanıma
geldi ve önümüze bir sehpa çekti. Dosyayı önüme koydu ve planı anlatmaya
başladı. Ben ilk başta söylediği cümleleri duydum ama sonra dışardaki yağmur
hızlandı cama vurmaya ve büyük büyük sesler çıkarmaya başladı. Meraklı çok
ilgilenmeden konuşmaya devam etti ama ben kayboldum. Patronun dedikleri deli
saçması gelmişti. Durup dememiştim ne
saçmalıyorsun be abim diye. Denerim. Memnun
olmayacağım bir şey daha yapmıştım. Çıkışta kendimle kavga ederek geçecekti
yol. Gelirken de bir nevi öyle geçmişti zaten. İnançlarım yüzünden böyle
cevaplar verdiğimin farkındaydım. Fakat farkındalık bir iyileşme değildi. Benim
için yani. Bilmek bir şeyleri çözüme kavuşturmuyordu. Denerim dememek bana
işimi kaybettirirdi ki benim düzenli bir işim de yoktu. Bu saçma iş de giderse
uğraşacak pek bir şeyim kalmayacaktı. Bu iş benim çabamdı çünkü her ne kadar
boktan bir hayatım olsa da bitsin istemiyordum.
“Fiyat konusunda sonra konuşalım önce sen bir taslak
gönder.”
“Dinliyor musun?” Başımı salladım. “Olur olur.
Hallederim.”
“İki hafta diyelim mi?” diye sordu meraklı. “Üçe
sarkabilir.” dedim. Sarkmazdı da kendimi sıkmak istemedim. “Tamam.” Dosyayı
kapattı, ayağa kalkıp elini uzattı. Elini sıktım. “Haberleşiriz.” Çantamı
koltuktan alıp odadan çıktım. Dümdüz koridorda bu sefer eşlik edenim olmadan
dış kapıya yürüdüm, sonra da çıktım gittim. Merdivenleri indim. Çok dikkat etmedim
bu sefer. Yavaş da değildim. Gayet hızlı bir şekilde inip apartmandan çıktım.
Toprak kokuyordu dışarısı. Yağmur daha durmamıştı, sadece yavaşlamıştı. Geldiğim
yönden de gidebilirdim, tam tersi yönden de. Apartmana hiç gelmeseydim dümdüz
ilerleyeceğim yönü tercih ettim. Ben yağmur hızlıyken sokağın dolu olduğunu
düşünmüştüm ama şimdi karşılaştırınca gayet az olduğunu fark ettim. O zaman
neden dünyadaki tüm insanlar o sokakta gibi hissettirmişti ki?
İşi nasıl halledeceğimi bilmiyordum. Dizi, film izleyerek
özgün iş mi çıkardı? Aksini de yapamazdım gerçi. Ben o saçma dizilerin başrolü
değildim ki zengin bir aileyle yolum düşsün. Ne çok güzel bir kızdım ne çok
yakışıklı bir adam. Benim her durumum ortalamaydı. Ülkenin yarısından çoğu
benim gibiydi zaten. Ne diye yalı merak ederdi bir insan? Yahu ben ona sahip
olamayacaksam, başkasını izlemenin ne anlamı vardı? Kendi hayatıma baksam,
onunla mutlu olsam nasıl olurdu sanki? Sorun buydu işte. Başkaları. Zengin
olmak. Yalım olsun, katım olsun spor arabam da olsun ohh. Eee para nerden
geldi? Kaynağı önemsiz. O amaca ulaşmak isterken o amacın yolunu unutuyorduk.
Çok acı çekmeden mutlu olunmazdı, çok çalışmadan da zengin. Her şey bir çabanın
ürünüydü.
Otobüs durağını gördüm. Yan tarafta da dalgalı denizi.
Yağmur damlaları üstüne düşerken tarif edemeyeceğim bir görüntü oluşuyordu
denizin üzerinde. Durağa yaklaşırken her
şey çabanın ürünü cümlesi kafamda dolanıyordu. Bunu söylemesi kolaydı
tabii. Bana bakın. Söylüyordum ama o çabadan bende eser yoktu.
Otobüs tam ben durağa geldiğimde vardı. Kartı basıp
boş koltuğun birine geçerken arkamdan da gürültülü bir lise grubu bindi.
Üzerlerinde üniformaları vardı. Üçü erkek ikisi kız. Gülüşerek yanımdan
geçtiler ve arkamdaki koltukları doldurdular. Sınavın zor olduğundan ama kopya
çektiren Arif hocadan bahsettiler. Adamın saf olmadığını sadece onları çok
ciddiye almadığını düşündüklerini öğrendim. Sonra bir anda birlikte takip
ettikleri bir diziden bahsetmeye başladılar. Veronica’nın yaptığı kötülükleri,
Stella’nın da komaya girdiğini öğrendim. Dikkatleri çok hızlı dağılıyordu.
Benim otobüs yolculuğum son bulmaya yaklaşmışken onlar dışarıda gördükleri
kırmızı arabaları sayıyorlardı. Otobüsten indim. Evime çok kalmamıştı. Beş
dakika yürüyecektim sadece. Yürürken keşke benden lise konulu bir iş
isteselerdi dedim. Sadece otobüse binerek onlar hakkında bir sürü bilgi
öğrenebilirdim.
Evime giden yokuşu çıktım. Sonra siteye girdim.
Güvenlik başıyla selam verdi kulübenin içinden, aynı şekil karşılık verip
apartmana girdim. Asansörün kapısı açıldı, aynada yorgun yorgun bakan kendimi
görünce ofladım. Her gün uyanıp iğrenç bir suratla dışarıya çıkıp aynı şekilde
eve dönmekten bıkmıştım. Asansöre binip yedi numaraya bastım. Tam kapı
kapanırken tutun!. Kolumu kapının
önüne uzattım, kapı açılırken karşımda minik bir kadın duruyordu. Onda ilk
dikkat ettiğim şey pembe, kırmızı ve sarı tokalarıydı. Saçının önünden aldığı
bir tutama takmıştı onları. Gülümsedi. “Teşekkür ederim.” Yanıma geçti. Sekize
bastı.
“Yeni misiniz?” diye sordu asansör birkaç kat
çıkmıştı. “Hayır, altı aydır buradayım.”
“Yenisiniz.” dedi gülerek. “Altı ay çok değil mi?”
“Eski olmanız için en azından bir sene olmalı.”
Asansör yedinci katta durdu ve açıldı. Tam çıkıyordum ki kapının önünde durdum.
“Kime göre?” Gülümsedi. “Bana göre.” Güldü.
“İyi günler.” dedim. Kapının önünden çekildim. Kapı
kapanırken görüşürüz diye bağırdı.
Kapı kapandı ve asansör yukarı doğru gittiğinde kaşlarımı çattım. Görüşürüz mü?
Kelimeler gelişigüzel seçilmemeliydi bence. İyi günler diyebilirdi pekala.
Hoşça kalın da bir seçenekti. Hatta bye bile diyebilirdi ama görüşürüz de neydi
canım? Biz bir daha nerde görüşecektik onunla. Gereksizdi yani.
Cebimdeki anahtarla asansörün karşısındaki evimin
kapısını açtım. Turuncu şişman kedimin sesini duydum. Gelmemi pek de
önemsemedi. Benimle olmasını sağlayan şey yemek vermem ve o ne zaman isterse
sevmemdi bence. Onun dışında çok sıkıştırmazdım onu ama o olmayınca da ev ev
değildi.
Vestiyere çantamı koyup ıslak kıyafetlerimi değiştirmek
için odama gittim. Yatağın üzerine attığıma emin olduğum pijamalarımı
bulamadım. Salona geçtim, turuncu kendi yattığı yere taşımıştı, koltuğun
üzerindeki korkunç lila battaniyenin üzerine. Çalışma odamın kapısından beni
izliyordu. Ona bakarak kıyafetlerimi aldığımda üzerime koşup bacağıma atladı.
İrkildim, o da çok şaşırdı ıslak kota yapışırken. Hemen bırakıp ev kapısına
kaçtı. Birkaç dakika içinde üzerimi değiştirip yemek sipariş ettim. Koltukta
yemeğin gelmesini beklerken de öylece oturdum. Bilgisayarımdan hafif bir müzik
çalıyordu. Sanki bir mekana rakı balığa gitmişim gibi hissettirmişti. En son
üniversite yıllarımda gitmiştim. Eski bir arkadaşımla. Arkadaşlık çok tuhaftı.
Hiç tanımadığın birine bütün kalbinle güvenmek ve bunu kendi isteğinle yapmak…
Otururken onun bir yabancı olduğunu fark etmek ama ona güvenmeye, onu sevmeye
devam etmek çok farklıydı. Bazı insanlar ailesine bile güvenmiyordu. Bazıları
da ailesine güvenmeyip arkadaşlarına güveniyordu. Her durumda tuhaftı. Her
durumda şaşırtıyordu beni. O arkadaşım. Özeldi. Bu şaşırdığım her şeyi onda
yaşamıştım. Yüzüne ben sana neden
güveniyorum dediğimde gülmüştü. Ben
bile bana güvenmiyorum. Güvendiğim dağlara kar yağmadı da bitti, gitti bir
şekilde. Hayata giren herkes bir şey katıyordu insana. Manavda tanıştığımız bir
teyze bile. O arkadaş bana benden asla gitmeyeceğini bildiğim bu berbat hisleri
vermişti. Kötü biri değildi, bilse beni düzeltmek için elinden gelen her şeyi
yapardı. Ama ben kendimi açmazdım, o da sormazdı. Bazen ihtiyacı oluyordu
insanın nasılsın diyen birine ve en yakınlarımız bu soruyu sormuyordu. Nasıl
olduğumuzu bilebilecek kadar yakın olduğumuzu mu düşünüyorlardı acaba? Ama
değildik. Kimse kimseye bu kadar yakın olmazdı. İnsan kendinden bile nasıl
olduğunu gizlemeye çalışırdı sanki mümkünmüş gibi. Diğerleri nasıl bu kadar
yakın olabilirlerdi.
Kedimin içeriden miyavladığını duydum. Ev kapısının
önünde dolanmaya başladı. Birkaç saniye sonra da kapı çaldı. Gidip kapıyı
açtım, elinde pizza kutularıyla bir kadın duruyordu, ismimi söyledi. Başımı
salladım elimi uzattım. Kadın elindeki kutuları bana verirken parmaklarının
arasına sıkıştırdığı kalem düştü. “Neyse alırım.” dedi sessizce. Pizza
kutularını evimin koridoruna koyup ödemeyi yaptım. Kadına teşekkür ettim.
“Afiyet olsun.” Arkasını dönüp asansöre yürüdü. Kapımı kapattım yerdeki
kutuları kedimden kurtardım. Salona geçerken düşen kalem aklıma geldi. Sehpaya
kutuları koyup kapıya hızlıca geri döndüm. Evet almayı unutmuştu. Eğilip elime
aldım klasik bir kalemdi. Mavi tükenmez. Pek bir olayı yoktu. Kapıyı kapatım,
kalemi vestiyere koydum, salona geçip pizza kutularını açtım.
Yağmurlu günler biteli iki gün olmuştu artık lapa lapa
kar yağıyordu ki günlerdir böyle sürmesi bana garip gelmişti. Güzeldi. Okullar
tatil olduğu için çocuklar dışarıda oluyordu. Onlar sitenin avlusunda oynarken
gülüşlerini dinliyordum, kavgalarını duyuyordum. Kedim çok sevmiyordu ama ben
eğleniyordum. Bir şeyler yazmaya çalışmıştım ama içime sinmedikleri için yarım
kalmıştı. Yazmak için zorluyordum kendimi yoksa yazmayacaktım biliyorum. Keşke
kabul etmeyecek kadar zengin olsaydım da kafama göre yaşasaydım diye
düşünüyordum günlerdir. En kötü memlekete dönerdim gerçi ama o en en en son
plandı.
Kapı çalınca oturduğum koltukta dikkat kesildim. Yemek
falan söylemedim, misafirim olacak pek kişi de yoktu çevremde. Ayağa kalkıp
kapıya giderken zil bir kez daha çaldı. Kapıyı açtım dün bana pizza getiren
kadındı. “Merhaba, dün kalemim burada düşmüştü siz aldınız mı acaba?” diye
sordu. “Evet getireyim.” Kapının çok da uzağında olmayan vestiyerden kalemi
aldığımda bacaklarımın arasından turuncu kedim hızlıca geçti. “Kediyi tut.”
Kapıya koşarak çıktığımda koridorun sonuna doğru yarınlar yokmuşçasına koşan
kedimi gördüm. Kadın neye uğradığını şaşırmış bir şekilde bakarken kedimin
arkasından koşmaya başladım ama kedim çoktan merdivenlerden inmeye başlamıştı.
Ben merdivenleri inerken arkamdan hızlıca gelen ayak
seslerini duydum. “Boşluğuma geldi.”
“Kapı açık değildir zaten kaçamaz.” Basamakları inmeye
devam ettik. Zemin kata geldiğimizde kapının açık olduğunu görünce yerimde
durdum. “Kesin gitti.” Kız yanımda durdu, önce bana baktı, ben ona baktım. Bir
anda koşup dışarıya çıktı. Onu içerden izledim. Avlunun ortasında durup
etrafına bakabilmek için yavaş yavaş dönüyordu. Sonra birden çocuklardan birini
tuttu bir şeyler sordu. Çocuk başını olumsuzca salladı. Kız çocuğun omzuna
vurdu yavaşça, ayağa kalktı. Benim olduğum yere baktı. Göz göze geldik başını
iki yana salladı. Dışarı çıkmak için yürüdüm. Kapıdan çıktığımda fark ettim
ayaklarım çıplaktı. Yerdeki beyaz kara yalın ayak bastığımda gelen o berbat
serinlikle kendime geldim. Kız yanıma geldi, ayaklarımı görmüş olacaktı ki
omuzlarımdan tutup beni apartmana soktu. “Üzerine bir şeyler giy de sokaklara
bakalım.” Kahverengi gözlerini açmış bana bakıyordu. Transtan çıkmam
gerektiğini anladım. Başımı iki yana salladım. “Ben hallederim teşekkür
ederim.” Elimde aşağıya kadar tuttuğum kalemi uzattım. Kaleme baktı, gülümsedi.
“Peki.” Kalemi aldı. “Ben de teşekkür ederim.” Gülümsedim. Apartmandan çıktı,
sitenin ortasına kadar yürüdü sonra bir an arkasına döndü. Kalemi gösterdi,
başımı salladım. Sonra gitti.
Arkamı dönüp hızlıca daireme çıktım. Bir yandan kapıyı
açık bırakan çocuklara kızarken, bir yandan da üzerimi giyiyordum. Kedimin
çocukları sevmemesinin bir nedeni vardı elbet. Tabii ben kedimi övüyorum ama
kedim de az değildi. Yahu ben seni yıllarca besledim, sevdim, sıcacık bir yuva
verdim sana. İlk açık kapıda benden kaçmak mı istedin gerçekten? Dışarda nasıl
yaşayacaktı acaba bu karda bu soğukta yemeksiz battaniyesiz. Sıpa.
Anahtarı alıp evden çıktım. Aşağıya indim tekrar az
önce oynayan çocukların yanından geçtim. Avludan tamamen çıktım. Kocaman bir
şehir, bir sürü sokak, bir sürü delik, bir sürü insan, köpek… Nasıl bulacaktım
ki? Umutsuzdum ama öylece de duramazdım ya. Çam ağaçlarının arkalarına baka
baka, kimi zaman sitelere, özel mülklerin bahçelerine gire gire ilerledim.
Miyavlıyordum, elimde her ihtimale karşı bir kedi maması duruyordu.
Bir sokağın köşesinden dönerken yere eğilmiş pizzacı
kızı gördüm. Önünde turuncu kedim vardı. Elini yavaşça ona uzatıyordu. Kedim
kaçmadı aksine yaklaşıp bacaklarına sürtününce kız hemen kedimi kucakladı.
Ayağa kalkınca beni gördü. “Buldum onu.” dedi gülerek. Kedim de kucağında
kaçmaya çalışıyor, bağırıyordu. Gülümsedim istemsizce. İçim rahatladı.
Yanlarına gittim, kız kedimin başını seviyordu, kedim kızgınca bakıyordu.
“Teşekkür ederim.”
“Rica ederim. Aslında sen git demiştin ama ben biraz
aradım.” İşaret parmağıyla bir çam ağacının altını gösterdi. “Bak orada buldum,
üşümüş olabilir ya da korkmuş, biraz titriyordu çünkü.” Kedimi almaya
yeltendim, o da direkt geldi zaten. “İkisi de olabilir, evden hiç çıkmadı
çünkü, yeni doğduğunda sahiplenmiştim.”
“Adı ne?”
“Turuncu.” Gözlerini kınarcasına çevirdi.
“Yaratıcısın.” Başımı salladım ve tabii ki ciddi değildim. “Teşekkür ederim
tekrardan.”
“Rica ederim.” Kucağımdaki kedimin başını sevdi
tekrar. “Kaçma evden!” dedi kaşlarını çatıp sesini biraz kalınlaştırarak.”
“Görüşürüz.” Sonra arkasını döndü ve gitti. Ben onun
gidişini ağır çekim izliyordum. Yağan lapa lapa karda, sessiz, boş sokakta
öylece yürüdü ve gitti. O da görüşürüz demişti. Dünkü kadın gibi. Kimse
tanımadığı insanlarla görüşmezdi. Arkamı dönüp eve yürümeye başladım. Görüşürüz.
“Kimse tanımadığı bir insanla kocaman bir şehirde tekrar
karşılaşıp görüşemez.” dedim kedim anlayacakmış gibi. Sanki bana kafa
salladığını düşündüm. Oysa benim kedim yapabilse ‘başladı yine boş yapmaya’
falan derdi. Evet boş yapmak. Bu kalıbı da liselilerin bindiği o otobüste
duymuştum. Gözlem çok işe yarıyordu. Lise dizisi falan yazsam yapardım aslında,
hem ne de olsa popülerdi şu aralar.
Siteme girdim. Çocuklar yoktu. Eee bir şekilde
yorulmaları da gerekiyordu ya bu çocukların. Binanın kapısı hala açıktı. Ben
kafamın içinde söylene söylene girerken kapıcı karşımdan geldi. “Pardon?”
Başını salladı. “Kapıda bir sorun mu var? Kapalı değildi bugün hiç.”
“Evet, otomatiği bozulmuş yarın yapılacak.” Başımı
salladım. “Tamamdır, teşekkürler.” Yanından geçtim asansöre geçtim. Kedim de
kucağımda etrafı izliyordu. “Hiç görmediğin yerler bak, biz her gün bunları
görüyoruz.” Biraz aşağılamışım gibi oldu sonra. Fark ettim yani. “Şaka yaptım.”
dediğimde asansörün kapısı açıldı ve içeriden bir çocuk çıktı. “Aaa turuncu bir
kedi hem de şişman.” Dudağımın kenarı biraz havaya kalktı, çocuk da elini
kedime uzattı. Turuncu çocuk sevmezdi. Patisiyle çocuğun eline vurunca çocuk
korkup gitti. Asansöre bindim. “Şişman değilsin.” dedim başını sevip. “Seni
bile zorbalıyorlar değil mi?” Evet zorbalamak. Liselilerden yine.
Eve girip koltuğuma oturdum. Turuncu da koştu
kalorifer peteğine uzandı. Ben bugün çok fazla insanla muhattap olduğumu
düşündüm. Ve belki de aylar sonra gülümsediğimi fark ettim. Turuncu da büyük
ihtimalle dışarıyı düşündü, yanına yaklaşmaya çalışan o çocuğu ve belki birazcık
kilolarını.
Hani ben demiştim ya insan büyük bir şehirde
tanımadığı bir insanla asla görüşemez diye. Hala arkasındayım, görüşemez. Ama
belki görüşebilmek için elinden gelen her şeyi yapardı. Belki de bu yüzden
görüşürüz kelimesini kullanıyorlardı. Hissettikleri ya da bildikleri için.
Tamam peki sapık gibi konuştum. Bunun saçmalık olduğunu düşünüyorum.
Şu oldu. Eve geldim, koltuğuma uzandım, hatta o gün
karakterlerimi yazmayı bitirdim. Yemek yaparken fark ettim. Aklımda o karlı
sokak, kızın arkasını dönüp gidişi vardı. Attım biraz. Yemek yerken onun
turuncuya uzanmış sahnesi aklımda belirdi. Unuttum yine. Gece uyumadan önce
yatağımda gözlerimi kapattığımda onun benim gözlerimin içine bakarak beni
apartmana itişi aklıma geldi. Sonra yan döndüm. Gülümsemelerim aklıma geldi,
sonra tekrar gülümsedim. O an delirdiğimi düşündüm ama aslında çok da sağlıklı
mıydım? Sola döndüm. Avlunun ortasında etrafına baktığı yer geldi gözümün
önüne. Yatağımdan kalktım. Sinirlendim de biraz. Yahu ben uyumak istiyorum. Hatırlatma
şu anları bana. Böyle dedim ama bana ait olan bir parçama. Beynim benden
izinsiz istediğini yapabilir miydi? Ben istemeyeyim önce değil mi? Ama istedim.
Hatırlamak ve o gece bunları hatırlarken hiç somurtmamak.
Sabah oldu. Kahvaltı yapacaktım. Pizza istedim. O
pizzadan istedim. Onu görmek için istedim. İnkar mı edeyim? Tabii ki onu görmek
için istedim. O getirmedi. O getirmedi ve benim canım o pizzayı yemekten
vazgeçti. Yemedim. Kaldı öyle.
O günün üstünden bir hafta geçti. Ben kendimi sürekli
durdurdum. Sürekli pizza almamak için direndim. Çünkü o gelmezse ben yine
yemeyebilirdim. Ev pizza mı dolacaktı? O gelse ne olacaktı ki? Bana pizzayı
verecekti, ben alacaktım, kapıyı kapatacaktım. Beynim ne olacağını düşünüyordu?
Belki de sadece görmek içindi bunlar. Bir kere görsem biter miydi bu merak?
Bitsin istedim. İşte o yüzden o pizzacıya gittim. Dışarıdan gördüm onu.
Çalışıyordu ki çok normal. Yetti mi hayır. Bekledim biraz. İzledim yani ama
sonra ani bir kararla içeriye girdim. Kapıyı ittiğimde asılı olan bir zil
çaldı. Kapıya bakıp ‘hoş geldiniz’ dedi ve beni gördü. Gülümsedim göz göze
gelince. “Merhaba.” Gülerek yanıma geldi. “Hoş geldiniz.” Gülümsedim. “Hoş buldum.”
Birbirimize bakıyoruz.
Birbirimize bakıyoruz.
Birbirimize bakıyoruz.
Birbirimize bakıyoruz.
Kaşlarını çattı. “Oturmak istemez misiniz?” Kendime
geldim. Başımı salladım. “Evet, evet başka bir şey düşünüyordum.” Yanından
geçip ilk gözüme kestirdiğim masaya geçtim. Elinde menüyle yanıma geldi. Masama
menüyü koyarken, istediğim pizzayı söyledim. “Kararlı müşteri en sevilen.”
Elinde menüyle geri gitti. Yutkundum. Aç değildim. Ama siz anladınız işte.
Ondan geldim, ondan oturdum.
Tamamen… Bilmiyorum işte.
Pizzamı getirdi. İçecek isteyip istemediğimi sordu.
Almadım. Alıp almam da önemli değildi. Pizzayı yerken bu etkileşimin yetip
yetmediğini kafamda tartıyordum. Çünkü gördüğümde de yetmemişti, konuşmak
istemiştim. Konuşmuştum da şuan ama hala eksikti. Bir şeyler aklımda kurduğum
gibi değildi. Aklımda bunları sayfalarca yazmıştım, gerçekte iki dakika
sürmüştü. Turuncu tekrar evden kaçsa ve tekrar onu aramak için kızla konuşsa
mıydım?
-
-
-
-
-
-
Tabii ki şaka. Öyle bir şey yapmayacaktım.
Pizza bitti. Gitmem gerek. Eee istemiyorum. Hiçbir şey
olmadı. Çocukça davranıyorum.
Ayağa kalktım. Kasaya giderken kızı gördüm. Kasada
duran başka bir kızı ‘ben hallederim’ diyerek gönderdi. “Afiyet olsun.”
“Akşam müsait misin?” Gülümsedi. “Belki.”
“Turuncuyu bulduğun için sana minnettarım, sana bir
tatlı ısmarlamak isterim.”
“Hmm.” Bilgisayar ekranında bir şeylere bastı. Sonra
bana baktı. “Sanırım müsaitim.” Gülümsedim ve başımı salladım. “Buradan
alabilirim sizi ya da direkt gideceğimiz yerde buluşabiliriz.”
“Saat altı.” Cevap vermediğim için devam etti. “Saat
altıda işim bitecek.” İlk seçeneği seçmişti. Başımı salladım. “Görüşmek üzere.”
Arkamı dönüp mekandan çıkarken içim çok heyecanlıydı. Bir anlık yaptığım bu şey
beni çok heyecanlandırmıştı. Bir anlık yapılan şeyler ya çok güzel bir sonuca ya
da çok çok kötü bir sonuca neden olurdu. Keşke yapmasaydım diyecek kadar kötü.
Keşke yapsaydım mı? Keşke yapmasaydım mı? Bu konu
üzerine düşünürsek ve şuan ki ruh halimi de düşünürsek iyi ki yaptım olurdu
cevap benim için.
Akşam olana kadar neler çektiğimi bir ben bir turuncu
bir de Allah bilirdi. Saatler geçmedi, hiçbir şeye doğru düzgün odaklanamadım.
Berbattı. Ama saat beş buçuğu gösterdiğinde her şey rayına oturdu ve ben
hızlıca montumu ve botumu giyip dışarıya çıktım. Hava kararmıştı ve kar da
yavaş yavaş yağıyordu. Ben birkaç sokak ilerdeki o pizzacıya gidiyordum. Kalbim
biraz heyecanlıydı. Beynim ne konuşacaksınız şimdi diye sorarak beni
endişelendirmeye çalışıyordu. Gerçekten ne konuşacaktık bilmiyordum, sadece
merak ediyordum. Ben neden onunla geçirdiğim o kısacık zamanı aklımdan
çıkaramıyordum? Neden aylardır gülmeyen o dudaklarım onun yanında kıvrılmıştı
ve buna devam ediyordu? Bir yazar olarak bunun en romantik halini
düşünebilirdim. Aşıksın sen dostum derdim, ama psikolog olan diğer tarafım da
bana uzun zaman sonra hayatına ilk giren insana karşı böyle hissettiğimi ve bir
anlamı olamayacağını söylüyordu.
Elimi cebimden çıkarıp kolumdaki saate baktım. Daha on
beş dakika sonra çıkacaktı ama ben mekanın olduğu sokağı dönmüştüm. İçeriye
girip onun çıkmasını mı beklesem yoksa dışarıda mı beklesem bilemedim ama en
sonunda dışarıda beklemenin iyi bir fikir olduğuna karar verdim. Elimde bir
şemsiye vardı, onun altındaydım. Mekanın olduğu kaldırımda değil karşı tarafta
bir ağaçın yanındaydım. Sokak ışığı da benim çok uzağımda değildi. İçeriye
bakıyordum. Orada değildi, eşyalarını almaya gitti diye düşündüm. Sonra onu
gördüm işte. İçerideki bir çalışana selam verdi ve atkısını boynuna dolayarak
yürüdü. Kapıyı açtığında bile hala beni fark etmemişti ama ben onun beni fark
etmesi zor bir yerdeydim. Eğer benim düşünce alanıma girmeseydi ben de onu fark
eder miydim? Kapıdan çıkıp kısa kahküllerini eliyle gelişi güzel düzeltip
etrafına baktı. Ben de karşıya geçmek için kaldırımdan indim. İşte tam o an
gördü beni. Yüzünde tatlı bir gülümseme belirdi. Onun gülümsemesi beni
istemsizce gülümsetiyordu. Bakın hiçbir şey olmamıştı ki. Karşıya geçtim ve ona
yaklaştım. “Bekledin mi çok?” Başımı iki yana salladım. “Hayır.”
“Karı sevmiyor musun?” Şemsiyeyi gösterdi gözleriyle.
“Gideceğimiz yere kadar bembeyaz olmayalım istedim.” Kaşlarını yukarıya
kaldırdı. “Gidelim mi?” Başını salladı. Yürümeye başladık. Ben o an anladım.
Tek şemsiye. Yakın olmamızı istediğim için getirdiğimi düşünmüş olabilirdi
söylediğim şey yüzünden. Keşke aklıma gelseydi böyle muziplikler ama sadece
havalı görünür falan diye düşünmüştüm. “Adın ne?” diye sordum. “Selin”
Sessizlik
Sessizlik
Sessizlik
Sessizlik
Sessizlik kötü bir şey değildi. Sessizce durmak,
beklemek belki dinlemek. Ama kimse bunun garip hissettirmediğini söyleyemezdi.
Garipti. Aslında şuan olan her şey garipti. Upuzun, sessiz, karlı ve ışıklı bir
yolda yan yana tek şemsiye altında birbirini tanımayan iki yabancı. Bu sokakta
kimsenin olmaması da garipti. Karın hiç durmaması da. İsmi dışında hakkında
hiçbir şey bilmediğim bu kadınla yürümek de garipti. Onun benim hakkımda hiçbir
şey bilmeden yürümesi de. Ben onunla iletişim kurmak için yeterince
saçmaladıktan sonra en mantıklı şekilde iletişim kurup duygularımla yüzleşmek
için davet etmiştim onu. O neden benimle gelmek istemişti? Beni hiç tanımadığı
halde, üstelik ben emindim ki onun beni güldürdüğü gibi bir gülücük vermemiştim
ona. Onun gülüşü onun yüzündeydi. Eğreti değildi. Ona göre, ona uygundu.
“Neden davetimi reddetmedin?” Bana baktı. “Yani kabul
ettin?” Gülümsedi yine. “Neden davet ettin?” Cevap vermedim. “Ben de o yüzden
kabul ettim.” Yan gözlerle ona baktım. Merak. Benim onu görmek isteyişim
arkasında yatan en basit kavram. Merak. Başımı salladım. “Merak.”
Cevap vermedi.
Sokağın sonundaki kafe de göründü zaten. Onu önden
ilerletip kendim şemsiyeyi kapattım. Arkasından girdiğimde pencere kenarında
bir masaya geçiyordu. Görevliye montumu teslim ederken bir yandan da onu
izledim. Yanına gelen garsonla konuşuyordu. Getirilen menüden bir şeyler
gösterdi. Güldü ve uzun bir sohbet geçti aralarında. Yanlarına gittim ve
karşısına geçerken bana istediği kahvenin ismini söyledi. Benim için duran
menüyü elime aldım.
Kahve
Kahve
Kahve
Kah
Gözlerimi bir anlığına kaldırıp ona baktım. Ellerini
çenesine koymuş benim menüme bakıyordu. Şaşkın bir yüz ifadesi, şaşkın bir
bakış. Gözlerini kaldırdı. “Önerin var mı?” Dudaklarını birbirine bastırdı.
“Evet.”
Bana bir kahve adı söyledi. Onu istedim ve bunun için
gururladı. “Daha önce geldiğin bir yer mi?” Başını salladı. “Evim buraya yakın,
bazen sıkılıp oturmaya gelirim.”
“Yalnız mı yaşıyorsun?” Başımı salladım. “Evet.”
“Sen sıkıldığında ne yaparsın?” Düşündüm. Ben evdeyken
sıkılmazdım. Hatta ben evdeyken eğlenirdim. Bunu demek beni nasıl gösterirdi?
Bence benden kaçardı. Arkasına bile bakmadan.
“Arkadaşlarımla buluşurum.” Başını salladı. “Ben her
sıkıldığımda onları aramam.”
“Neden?”
“Kendimle zaman geçirmeyi de seviyorum çünkü.” Güldü.
“Her zaman onlarla mısın?” Ben hep yalnızım demek istedim. Yalandı, pardon.
“Hayır yani bazen. Belki.”
“Turuncu nasıl?” Kaşlarımı çattım. “İsmini
hatırlıyorsun?” Başını salladı. “Benim yüzümden kaybolacak diye çok korktum.”
dedi. Demek o yüzden ben git dememe rağmen onu bulmuştu. “Turuncu iyi.”
“Sevindim.”
Kahvelerimiz geldi. Beni izliyordu. Kahveyi beğenip
beğenmeyeceğimi merak ediyordu. Bu duruşu komik geldi ve onu daha fazla
bekletmemek için kahvemden bir yudum aldım. Gerçekten güzeldi. “Beğendin mi?”
Başımı sallayıp bir yudum daha aldım. “Çok güzel.” Gülümsedi. “Eee neler
yapıyorsun?” diye sordu kahvesinden bir yudum alırken. “Senaristim.” Vaov dedi.
“Hangi dizileri sen yazdın?”
“Daha kendime ait bir dizim ya da filmim yok.”
“Hiç olmayacak mı?”
“Olacak umarım. Yakın zamanda bir tanesine başladım.”
Dudaklarını birbirine bastırdı. “Konusunu çok merak ettim.” Masada biraz
yaklaştı. “Söylemezsin değil mi?”
“Maalesef.” Dudaklarını büktü. “İzlerim o zaman.”
Gülümsedim. “Sen neler yapıyorsun?”
“Ben pizzacıda çalışıyorum.” Kaşlarımı çattım. “Bu
benim bildiğim bir detay.” Yüzünü buruşturdu. Farklı bir bilgi düşünüyor gibi
gözleri aşağı, yukarı, sağa, sola gidip durdu. “Psikoloji okudum.”
“Ben de.”
“Gerçekten mi?” Başımı salladım. “Nerdeydin?”
“İzmir.” Başını salladı. “Ben yurtdışında okudum.”
dediğinde böbürlendiğini düşündüm. “Nasıl gitti?” Omuzlarını salladı. “Bilmem.”
Kaşlarımı çattım. Yurtdışında okumuştu ve bir pizzacıdaydı. Hevessizce cevap
vermişti. Başka biri övünmez miydi? “Neden gittin?” Başını kaldırıp bana baktı.
“Özel değilse yani.” Cevap vermedi. “Cümlelerinden sevmediğini düşündüm.”
“Sevmiyordum.” Derin bir nefes alıp gülümsedi. “Ama
evimi hiç sevmiyordum.”
“Anladım.”
“Merak.” dedi benden sonra. Sonra bana baktı. “Ben
seni merak ettiğim için kabul etmedim bu teklifi.”
“Neden ettin?” Omuzlarını kaldırdı. “Bilmem.”
“Hep ne hissettiğini bilmez misin?” Güldü. “Cevabı
biliyorsun.” Evet. Bilmem.
“Hangi tür müzikler dinliyorsun?”
“Tür bilmiyorum ama beni üzen şarkıları dinlerim.
İçimde bir yer hep üzülmek istiyor ben de izin veriyorum.” Aklıma dışarıdan
şen, mutlu görünen bu kızın nasıl içten içe üzgün olduğunu düşünüyordum. Bu
bana birini hatırlatmıştı. Hatırlamak istemediğim birini. Ve tekrar ve tekrar
onun gibi birinden etkilendiğimi düşündüm. Bu beni garip hissettirdi. Onun bana
verdiği bu hislerle hayatıma devam etmeye çalışırken beni birazcık mutlu eden
bu kadın da ona benziyorsa? Bu beni bir döngüye sokmaz mıydı? Bu döngüden
kurtulmak için bir zamanlar canımı bile feda etmeyi göze almıştım. Bir arpa
boyu yol gidememiş miydim? Oysa yıllar olmuş gibi geliyordu. Sanki o zaman
çocukmuşum gibi. Sadece sekiz ay olmuştu ya da çoktan sekiz ay olmuştu. Hangi
taraftan bakmam gerektiğini biliyordum ama o taraftan bakamıyordum. “Ne
düşünüyorsun?”
“Birini andım.” Başını salladı. “Bir kadın mı?”
Gülümsedim başımı salladım. “Nerede?”
İçmeyi unuttuğum kahve fincanını tuttum. Soğuktu. “Bilmem.”
“Sana onu mu hatırlattım?”
“Evet.” dedim. Sonra düşündüm hayır demeli miydim? Ona
yalan söylemeli miydim? “Sadece son dediğin şey.” diyerek devam ettim. “Seninle
olan iletişimimizde onu hiç hatırlamadım.” Gözlerini devirdi. “Açıklama yapmak
zorunda değilsin.” Başımı salladım.
“Geçmişini silmek ister miydin?” diye sordum. Biraz
bekledi, düşündü. Kafası eğikti. Parmaklarına bakıyordu. Başını kaldırdı.
“Evet.”
“Pişman olduğun için mi?”
“Hatırlamak sana da acı vermiyor mu? Her anı her
detayı hatırlıyorum ben. Hiç unutamadım. Kafama kazınmış gibi bütün o anlar.”
“Bana da öyle.” Dirseklerimi masaya koydum. “Ama
unutmak istemezdim.” Kaşlarını çattı. “O anların hepsinde çok mutluydum.”
Başını iki yana salladı. “Bence sen sana bu anları veren kişileri hala çok
sevdiğin için böyle düşünüyorsun.”
“Sen sevmiyor musun?”
“Benim ne hale geleceğimi umursamayan insanları nasıl
sevebilirim?” Farklıydı. Anılarımdaki o kadından, benden… Farklıydı. İçim biraz
rahatladı. Gülümsedim. “Yanılmışım. Sen farklısın.” Kaşları çatıktı, ben böyle
söyleyince güldü. “Gururlanmadım ama.”
Sonra konuştuk konuştuk konuştuk. Gece geç saatlere
kadar. O rahatsız edici sessizlik olmadan. Susmadan. Masada çay kahve döngüsü
devam ederken biz konuştuk. Gerildik, güldük ve bazen de düşündük. Düşünmenin
bir aşamasında modumuz gerçekten düşmüştü. Kafede çalan şarkıya odaklanmıştık.
Bende olduğu gibi onda da bırakmak zorunda olduğu düşünceler olduğunu fark
etmiştim. Kolunu masaya uzattı, kafasını kolunun üstüne koydu, saçlarını
yüzünden çekti boşluğu izlemeye başladı. Boş bakışlar ama anlam da doluydu.
“Aslında bugünü böyle düşünmemiştim.” “Eğleniriz,
güleriz sanmıştım.” Sessizce durdum. “Ama öyle olmadı. Sakladığım bütün
duygularımı ortaya çıkardın.” Gözlerini bana çevirdi, kaşlarını çattı. “You are
a bad boy.” Gülümsedim.
Aynı onun gibi yattım ama onun yüzüne bakacak şekilde.
“Aklından bir sayı tut.”
“3” dedim.
“Şuan çalan şarkıdan sonra çalacak olan üçüncü şarkıyı
söylemek zorundasın.” Kaşlarımı çattım. “Ya şarkıyı bilmiyorsam.” Parmağını
dudağına koydu. “Şşşt kopya çekebilirsin.” Başımı salladım ve kulağımı şarkıya
verdim.
Bekledim.
Bekledim.
Bekledim.
Bekledim.
Bekledim.
Bekledim.
İlk şarkı bitti. İkinciye geçti. Bu çıkan iki şarkıyı
da bilmiyordum. Üçüncüyü de bilmiyor olma ihtimalimi arttırırdı bu. Çoktan
başımızı kaldırıp ikincinin bitmesini bekliyorduk. Ben onun aklına böyle bir
şey gelmesine şaşırdım. O kafasını dağıtmak için yapmış olmalıydı diye
düşündüm. Karşımda duran kişiyi günlerdir o kadar çok merak ettiğimi ve şuan
karşımda çok da mantıklı bir sebebi olmayan bir amaç için bütün dikkatimizle
şarkı dinliyorduk. Yaptığımız her şeyin, verdiğimiz her kararın sonuçları çok
farklı olacaktı, hangisi doğru bilemeyecektik de ama yapıldığı an
hissettirdikleri önemli değil miydi zaten? Eskiden yaşadığım her an için de
böyle düşünüyordum. O an, o anı yaşarken en mutlu olduğumu düşündüğüm
zamanları… Şuan mutluluk tersi duyguları hissediyorum diye o an mutlu olan
benden nasıl nefret edebilirdim. O anılar… O anılar olmasaydı? Ben şimdiki ben
mi olurdum?
Biliyorum belki şuan yaşadığım her mutlu anda o
günleri düşünüp üzülmezdim belki. Ana odaklanırdım. Ama yaş almak biraz da geçmişe
üzülmek demek değil midir? Üzülmemek için öylece bekleyecek miydim? Hayat hep
mutlu olmak da değildi zaten. Mutsuz olacaktım, üzülecektim, yeri gelecekti
dibe çökecektim ama mutluluk gelecekti. Bunu böyle düşündüm her zaman. O dibe
çöküşümden sonraki evre daha gelemedi ama umuttan da beklemekten de bıkmadım.
Belki de bıkmamam gerekiyordu ki bugün burada çok da mantıklı bir sebebi
olmayan bir amaç için bütün dikkatimizle şarkı dinliyorduk. Gülünçtü belki,
belki de okuduğunuzda ne bu diyeceğiniz bir hikayeydi ama bu an şu an olanlar
benim içimi ısıtıyordu. Önemli olan da buydu.
Üçüncü şarkının piyano sesi geldiğinde gülümsedim. Bu
şarkıyı biliyordum ama bu şarkı bir düetti. “Biliyorsun?” Başımı salladım. “ama
sen de söylemelisin.” Güldü saçlarını düzeltti. “Tamam.” İlk ben başladım.
Güzel olmadığına emin olduğum sesimle ritme uygun gitmeye çalışarak söyledim
kendi kısmımı. Ben şarkının kendime ait kısmını söylerken gözleri bir masada
bir arkamdaki duvarda bir de dışarıda yağan kardaydı. Kendi kısmına geldiğinde
hafifçe kaldırıp baktı gözlerime sonra hemen kaçırdı. Bunu yapması hoşuma
gitmişti ve tekrar yapsın istediğim için gözlerimi bir saniye bile onun
üzerinden ayırmadım. Şarkının aynı anda söylememiz gerektiği yerinde tekrar
bana baktı. Sanki kafasına koymuş gibi hiç çekmedi gözlerini. Yüzü kızardı ve
bunu fark edebildim ama hiç kaçırmadı. O az önce olan şeyi isterken çok farklı
bir anla karşılaşmış olmak hayal kırıklığına uğratırdı değil mi? Ama bu da
hoşuma gitmişti. Son kısımda kısa bir kısım kalmıştı söylemem gereken. Bu bir
soruydu. Bunu ona sormuşum gibi hissettim o an. O an o minik flört çok hoşuma
gitti. Son bir sözü kaldığında elini çenesine koydu ve karşılığını söyledi.
Şarkı çok güzel bir şekilde biterken kendimizi
alkışladım, o da aynısını yaptı ve güldü. “Çok utandım.” dedi gülüşünün
arasından. ‘farkındaydım’ “Çok güzel söyledin.”
“Sen de.”
Bu an. Az önce tarif ettiğim anlardan biri olacaktı.
Şuan bunun için pişmanlık duymaya başlamalı mıydım? Hayır. Şuan mutluydum. İşte
tam olarak buydu.
Kolundaki saate baktı. “Artık kalkalım mı?” Başımı
salladım. Ayağa kalkıp atkısını boynuna koydu, montunu giydi. Ben ondan önce
davranıp hesabı ödemeye gittim. O da masadaki eşyalarının hepsini topladı ve
yanıma geldi. Birlikte kafeden çıkarken benim için çok güzel geçen bu günün
onun için de güzel geçmiş olması için yalvarıyordum. “Çok güzel bir gündü.”
dedi ben ona sormadan. “Tanıştığıma çok memnun oldum.”
“Ben de öyle.” dedim. Biraz ama çok kısa bir süre öyle
durduk. “Ben gideyim.”
“Aa istersen bırakabilirim.” Bunu sormalı mıydım?
Sapık değildim o zaman sorabilirdim? Ama sapıklar sapık olduğunu kabul eder
miydi?
“Evim çok yakın.” Başımı salladım. “O zaman iyi
geceler.” Arkasını sönüp birkaç adım attı sonra başını hızlıca çevirdi. “Bir
dahakine hesap benden.” Bir daha olacaktı. Bir daha olacaktı. BİR DAHA
OLACAKTI? Gülümsedim ve başımı salladım. “Bir dahakine sen.” Gülümsedi ve
yürümesine devam etti. Biraz orada durdum. Yani o sokağı dönünceye kadar
sonrasında hissettiğim şeyler karmaşıktı. Kalbim çok hızlıydı ama içim çok
rahattı. Bir kere çok mutluydum. Sadece akşamı düşünerek bile yanaklarımı
ağrıtmıştım. Oysa daha karşımda duruşuna, bakışına, gülüşüne sıra gelmemişti.
Eve geçtim. Kapıyı açtım. Bu kapı. Bu kapının önünde
düşen anısı var kalem, bu kapıdan çıkan turuncu ve benim onunla tanışmam.
Bunları sırasıyla düşünüp mutluluğuma mutluluk katmak çok garipti ama devam
ettim. Odama geçmeden kanepeye uzandım. Sarı minik ışıklar yanıyor, etrafım
karanlık, siyah kabanımla kendimi kanepeye atmış ben. Ve aklımda gerçekten tek
bir şey.
Turuncu’nun hayatımda hiç duymadığım miyavlamasına
uyandım. O kadar çok bağırıyordu ki yerimden nasıl kalktığımı anlayamamıştım.
Sesi net duyuyordum ama onu bulamıyordum. “Turuncu?” dedikçe ses ‘beni bul’
dercesine artıyordu. Odama girdim, salonda gezdim, mutfağa baktım. Yoktu.
Lavaboya gittim, banyoya baktım. Yoktu. Ben Turuncu’ya bağırırken kapım çaldı.
Kapıya giderken bir yandan da bağırmaya devam ediyordum ama Turuncu sesini
kesmişti. Kapıyı açtım. Karşımda Selin vardı. Neden burada olduğunu
anlayamamıştım. Zaten yeni uyanıklığım, Turuncu’nun miyavlaması… “Sel…”
“Merhaba, dün kalemim burada düşmüştü siz aldınız mı
acaba?”
Ne?
Ne?
Ne?
Ne?
Ne?
Bakışları.
Beni tanımıyor gibiydi.
Sanki dün gece benimle zaman geçirmemiş gibi.
“Beyefendi?”
O an düşündüm.
Ben. O koltuktan kalktım mı?
Ben
Ben
Ben
Ben o koltuktan hiç kalkmadım.

0 yorum:
Yorum Gönder