8 Mart 2024 Cuma

"Görüşür müyüz?"


    
Yağmurlu bir havaydı ama sokakta koşan insanlar yoktu. Sanki güneşli, sakin bir havaymışçasına herkes kendi amacıma doğru yürüyordu. Oysa şiddetli bir hava vardı. Ufak ufak atarken kenardaki apartman girişlerinin birinde beklemek istemiştim ama diğer insanların yağmuru hiç umursamaması beni durdurmuştu. Şuan herkes gibi sırılsıklamdım. Gireceğim binanın kapısının önünde durduğumda kendi kendimi sorguluyordum. Ne vardı ki herkese uymasam? Beklemeliydim. Bekleseydim şuan bu kapının önünde sırılsıklam olmazdım. Nasıl oturacağım koltuğa diye de düşünmezdim. Saçlarım sırılsıklamdı. Hasta olmazdım hem bekleseydim. Şimdi akşam hasta olursam iyi olmayacaktı. Ofladım, ayaklarıma baktım. Beyaz spor ayakkabılarımın üzerinde çamur lekeleri vardı. Gözlerimi kapattım ve birkaç dakika öncesine dönebilseydim yapacağım tercihi düşündüm. Sanki dönmüşüm de o tercihi yapmışım gibi bir de devamında olacakları hayal ettim. Ceketimin cebindeki telefon titreyince gözlerimi açtım. Beklerken daha da çok ıslanmıştım. Birkaç dakika önce yaptığım o seçimin ne önemi vardı ki. Her gerçeklikte bir şekilde yanlış bir tercih, memnun olmadığım bir şeyler yapıyordum. O memnun olmadığım tavırla binanın kapısına yürüdüm ve kapıyı iteledim. Dışarının kasveti yüzünden apartman karanlıktı. Eski olduğunu belli edercesine de nem kokuyordu. Yüzümü buruşturdum, o kadar da dayanılmayacak gibi değildi ama. Kollarımı biraz salladım belki otomatik ışık vardır diye, yanmadı. Neyse dedim çok da önemli değildi. Cebimdeki telefon tekrar titreyince çıkardım. Nerede olduğumu merak eden bir kişilik mesaj atmıştı. Nem küpü apartmandayım işte yahu. Geliyorum. İlk katın merdivenlerini çıkınca beyaz otomatik ışık yandı. Girişte yoktu demek ki. Normal bir apartmandı sanki. Yani insanların yaşadığı çünkü plastik ayakkabılıklar, hoş geldiniz yazan çirkin paspaslardan vardı karşılıklı iki kapının önünde. Buna rağmen bir o kadar da sessizdi burası. İkinci kata çıktım, bu sefer sarı ışık yandı. Renkli bir kişiliği vardı apartmanın. Benim hayatımdan renkliydi mesela. Üçüncü katı daha çok merak ediyordum şimdi. Merdivenleri çıktım biraz meraklı ama çok da hızlı değil. Şok. Işık yanmadı. İşte bu kat bendim. Dışardaki hava da bendim. Böyle dışarda, dağda çiçeksiz kuru bir ot görürseniz büyük ihtimalle o da benimdir. Bende böyle bir bıkmışlık, bir yaşamdan keyif almama durumu vardı. İşte tam bu yüzden ben gökkuşağı değildim, beton arasından bulduğu çatlaktan yola vuran o sarı çiçek hiç değildim ya da mavi kanatları olan o güzel kelebek. Ben kelebeği öldüren et yiyen bitki, çiçeğin üstüne basan o insandım. Oysa ne güzel olurdu burnuna kelebek konan o tatlı köpek olsaydım.

Dördüncü kat için basamakları çıktım yine. Beni ilgilendiren kata gelmiştim işte. 8 numaralı daire beni ilgilendiriyordu. Burada bir insan yaşamıyordu işte o hoş geldiniz yazılı paspas yoktu. Onun yerine kapının üstünde kocaman bir reklam tabelası vardı. Zile bastım. Normal ev değildi ama kapısı da öyle sonuna kadar herkese açık değildi haliyle. Kapı çok geçmeden açıldı. Uzun boylu, zayıf yakışıklı bir adam kapıyı açtı. Benim kim olduğumu bilmediğine emin olduğum için adımı söylemek üzereydim ki arkasından ismim söylendi. “Deniz!” Nerede olduğumu merak eden kişilikti. “Neredesin sen? Kararlaştırdığımız saati mi unuttun abi ya?”

“Yağmur var.” Başımı salladım ve gülümsemeye çalıştım. Nefesini verdi. “Neyse odama geç ben patrona haber vereyim.” Başımı salladım ve bana kapıyı açan adamın beni götürmesine izin verdim. Onu takip ederken ofisin düzenine baktım. Sanki Paris’te bir ev gibi hissettiriyordu. İçindeki mobilyalar, aksesuarlar, kullanılan renkler… Adam eliyle odayı gösterdi. “Buyrun.” Başımla selamlayıp içeri girdim. Odada sarı küçük bir ışık yanıyordu. Masanın üstü buruşturulmuş bir sürü kağıtla doluydu. Masanın sağ tarafında bir kitaplık vardı. Tamamen doluydu ama çok karışıktı. Biraz yaklaştım raflara. Dünya klasikleriyle kişisel gelişimler aynı rafta, renk düzeni yok, yayınevi grubu yok. Hepsini geçtim bari boylarına göre dizilseydi. Başımı iki yana salladım. Masanın tam karşındaki üçlü koltuğa oturdum, sırtımdaki çantayı yanıma aldım. Birkaç dakika sonra odaya patron olduğunu düşündüğüm bir kişi ve beni merak eden kişilik geri döndü. “Hoş geldiniz.” Elini uzattı, adamın elini sıktım. Meraklı kişilik kendi sandalyesine, patron da karşımdaki koltuğa oturdu. Merak konuşmaya başladı. “Deniz biz senin yazını okuduk. Ben çok beğendim.” Kaşlarımı çattım. “Evet?” Patron lafı devraldı. “Ama bu iş satmaz. İçinde aşk, kavga, gürültü, zıtlık ya da ne bileyim böyle iş yapan bir tema olmalı.” Yutkundum. “Senin işin” garip bir surat ifadesiyle “normal. Herkesin hayatını yazmışsın. İnsanlar bunları izlemez, okumaz.” Meraklı kişiliğe baktım. ‘Bu da böyle’ dedi sanki bana gözleriyle. “Zengin birilerini yaz hayatlarını ya da çok fakir birilerini zorlukları görelim.” Ellerimi birleştirip biraz eğildim. “Eee ben bunları kafamdan mı uydurayım?”

“Nasıl?”

“Ben ne çok zenginim ne çok fakirim. Ben anlamam ikisinden de.”

“Yahu yazmak için yaşaman anlaman gerekmiyor. İzle dizileri filmleri bu konuda bir sürü şey var. Birazını oradan al birazını buradan.” Elimi başıma koydum. “Ya sen yap o zaman.” Başımı kaldırdım. Meraklı kişilik parmağını ağzına koymuş susmamı söylüyordu. “Ben uğraşamam çalmakla falan. Kolay gibi söylemesi sen yap o zaman.” Patron meraklı kişiliğe baktı, ayağa kalktı. “İlgilen şununla.” Odadan çıktı ve yüzüme bile bakmadı.

Böyle bir şey olmadı. Benim cevabıma kadar olanlar oldu ama benim cevabım denerim oldu. Patron bana gülümsedi. “Güzel, o zaman siz detayları konuşun.” Tekrar elimi sıktı ve odadan sakince çıktı. Meraklı bana baktı. “Halledersin abi ya.” Başımı salladım. “Bakmam lazım biraz.” Masasının üzerindeki mavi dosyayı alıp yanıma geldi ve önümüze bir sehpa çekti. Dosyayı önüme koydu ve planı anlatmaya başladı. Ben ilk başta söylediği cümleleri duydum ama sonra dışardaki yağmur hızlandı cama vurmaya ve büyük büyük sesler çıkarmaya başladı. Meraklı çok ilgilenmeden konuşmaya devam etti ama ben kayboldum. Patronun dedikleri deli saçması gelmişti. Durup dememiştim ne saçmalıyorsun be abim diye. Denerim. Memnun olmayacağım bir şey daha yapmıştım. Çıkışta kendimle kavga ederek geçecekti yol. Gelirken de bir nevi öyle geçmişti zaten. İnançlarım yüzünden böyle cevaplar verdiğimin farkındaydım. Fakat farkındalık bir iyileşme değildi. Benim için yani. Bilmek bir şeyleri çözüme kavuşturmuyordu. Denerim dememek bana işimi kaybettirirdi ki benim düzenli bir işim de yoktu. Bu saçma iş de giderse uğraşacak pek bir şeyim kalmayacaktı. Bu iş benim çabamdı çünkü her ne kadar boktan bir hayatım olsa da bitsin istemiyordum.

“Fiyat konusunda sonra konuşalım önce sen bir taslak gönder.”

“Dinliyor musun?” Başımı salladım. “Olur olur. Hallederim.”

“İki hafta diyelim mi?” diye sordu meraklı. “Üçe sarkabilir.” dedim. Sarkmazdı da kendimi sıkmak istemedim. “Tamam.” Dosyayı kapattı, ayağa kalkıp elini uzattı. Elini sıktım. “Haberleşiriz.” Çantamı koltuktan alıp odadan çıktım. Dümdüz koridorda bu sefer eşlik edenim olmadan dış kapıya yürüdüm, sonra da çıktım gittim. Merdivenleri indim. Çok dikkat etmedim bu sefer. Yavaş da değildim. Gayet hızlı bir şekilde inip apartmandan çıktım. Toprak kokuyordu dışarısı. Yağmur daha durmamıştı, sadece yavaşlamıştı. Geldiğim yönden de gidebilirdim, tam tersi yönden de. Apartmana hiç gelmeseydim dümdüz ilerleyeceğim yönü tercih ettim. Ben yağmur hızlıyken sokağın dolu olduğunu düşünmüştüm ama şimdi karşılaştırınca gayet az olduğunu fark ettim. O zaman neden dünyadaki tüm insanlar o sokakta gibi hissettirmişti ki?

İşi nasıl halledeceğimi bilmiyordum. Dizi, film izleyerek özgün iş mi çıkardı? Aksini de yapamazdım gerçi. Ben o saçma dizilerin başrolü değildim ki zengin bir aileyle yolum düşsün. Ne çok güzel bir kızdım ne çok yakışıklı bir adam. Benim her durumum ortalamaydı. Ülkenin yarısından çoğu benim gibiydi zaten. Ne diye yalı merak ederdi bir insan? Yahu ben ona sahip olamayacaksam, başkasını izlemenin ne anlamı vardı? Kendi hayatıma baksam, onunla mutlu olsam nasıl olurdu sanki? Sorun buydu işte. Başkaları. Zengin olmak. Yalım olsun, katım olsun spor arabam da olsun ohh. Eee para nerden geldi? Kaynağı önemsiz. O amaca ulaşmak isterken o amacın yolunu unutuyorduk. Çok acı çekmeden mutlu olunmazdı, çok çalışmadan da zengin. Her şey bir çabanın ürünüydü.

Otobüs durağını gördüm. Yan tarafta da dalgalı denizi. Yağmur damlaları üstüne düşerken tarif edemeyeceğim bir görüntü oluşuyordu denizin üzerinde. Durağa yaklaşırken her şey çabanın ürünü cümlesi kafamda dolanıyordu. Bunu söylemesi kolaydı tabii. Bana bakın. Söylüyordum ama o çabadan bende eser yoktu.

Otobüs tam ben durağa geldiğimde vardı. Kartı basıp boş koltuğun birine geçerken arkamdan da gürültülü bir lise grubu bindi. Üzerlerinde üniformaları vardı. Üçü erkek ikisi kız. Gülüşerek yanımdan geçtiler ve arkamdaki koltukları doldurdular. Sınavın zor olduğundan ama kopya çektiren Arif hocadan bahsettiler. Adamın saf olmadığını sadece onları çok ciddiye almadığını düşündüklerini öğrendim. Sonra bir anda birlikte takip ettikleri bir diziden bahsetmeye başladılar. Veronica’nın yaptığı kötülükleri, Stella’nın da komaya girdiğini öğrendim. Dikkatleri çok hızlı dağılıyordu. Benim otobüs yolculuğum son bulmaya yaklaşmışken onlar dışarıda gördükleri kırmızı arabaları sayıyorlardı. Otobüsten indim. Evime çok kalmamıştı. Beş dakika yürüyecektim sadece. Yürürken keşke benden lise konulu bir iş isteselerdi dedim. Sadece otobüse binerek onlar hakkında bir sürü bilgi öğrenebilirdim.

Evime giden yokuşu çıktım. Sonra siteye girdim. Güvenlik başıyla selam verdi kulübenin içinden, aynı şekil karşılık verip apartmana girdim. Asansörün kapısı açıldı, aynada yorgun yorgun bakan kendimi görünce ofladım. Her gün uyanıp iğrenç bir suratla dışarıya çıkıp aynı şekilde eve dönmekten bıkmıştım. Asansöre binip yedi numaraya bastım. Tam kapı kapanırken tutun!. Kolumu kapının önüne uzattım, kapı açılırken karşımda minik bir kadın duruyordu. Onda ilk dikkat ettiğim şey pembe, kırmızı ve sarı tokalarıydı. Saçının önünden aldığı bir tutama takmıştı onları. Gülümsedi. “Teşekkür ederim.” Yanıma geçti. Sekize bastı.

“Yeni misiniz?” diye sordu asansör birkaç kat çıkmıştı. “Hayır, altı aydır buradayım.”

“Yenisiniz.” dedi gülerek. “Altı ay çok değil mi?”

“Eski olmanız için en azından bir sene olmalı.” Asansör yedinci katta durdu ve açıldı. Tam çıkıyordum ki kapının önünde durdum. “Kime göre?” Gülümsedi. “Bana göre.” Güldü.

“İyi günler.” dedim. Kapının önünden çekildim. Kapı kapanırken görüşürüz diye bağırdı. Kapı kapandı ve asansör yukarı doğru gittiğinde kaşlarımı çattım. Görüşürüz mü? Kelimeler gelişigüzel seçilmemeliydi bence. İyi günler diyebilirdi pekala. Hoşça kalın da bir seçenekti. Hatta bye bile diyebilirdi ama görüşürüz de neydi canım? Biz bir daha nerde görüşecektik onunla. Gereksizdi yani.

Cebimdeki anahtarla asansörün karşısındaki evimin kapısını açtım. Turuncu şişman kedimin sesini duydum. Gelmemi pek de önemsemedi. Benimle olmasını sağlayan şey yemek vermem ve o ne zaman isterse sevmemdi bence. Onun dışında çok sıkıştırmazdım onu ama o olmayınca da ev ev değildi.

Vestiyere çantamı koyup ıslak kıyafetlerimi değiştirmek için odama gittim. Yatağın üzerine attığıma emin olduğum pijamalarımı bulamadım. Salona geçtim, turuncu kendi yattığı yere taşımıştı, koltuğun üzerindeki korkunç lila battaniyenin üzerine. Çalışma odamın kapısından beni izliyordu. Ona bakarak kıyafetlerimi aldığımda üzerime koşup bacağıma atladı. İrkildim, o da çok şaşırdı ıslak kota yapışırken. Hemen bırakıp ev kapısına kaçtı. Birkaç dakika içinde üzerimi değiştirip yemek sipariş ettim. Koltukta yemeğin gelmesini beklerken de öylece oturdum. Bilgisayarımdan hafif bir müzik çalıyordu. Sanki bir mekana rakı balığa gitmişim gibi hissettirmişti. En son üniversite yıllarımda gitmiştim. Eski bir arkadaşımla. Arkadaşlık çok tuhaftı. Hiç tanımadığın birine bütün kalbinle güvenmek ve bunu kendi isteğinle yapmak… Otururken onun bir yabancı olduğunu fark etmek ama ona güvenmeye, onu sevmeye devam etmek çok farklıydı. Bazı insanlar ailesine bile güvenmiyordu. Bazıları da ailesine güvenmeyip arkadaşlarına güveniyordu. Her durumda tuhaftı. Her durumda şaşırtıyordu beni. O arkadaşım. Özeldi. Bu şaşırdığım her şeyi onda yaşamıştım. Yüzüne ben sana neden güveniyorum dediğimde gülmüştü. Ben bile bana güvenmiyorum. Güvendiğim dağlara kar yağmadı da bitti, gitti bir şekilde. Hayata giren herkes bir şey katıyordu insana. Manavda tanıştığımız bir teyze bile. O arkadaş bana benden asla gitmeyeceğini bildiğim bu berbat hisleri vermişti. Kötü biri değildi, bilse beni düzeltmek için elinden gelen her şeyi yapardı. Ama ben kendimi açmazdım, o da sormazdı. Bazen ihtiyacı oluyordu insanın nasılsın diyen birine ve en yakınlarımız bu soruyu sormuyordu. Nasıl olduğumuzu bilebilecek kadar yakın olduğumuzu mu düşünüyorlardı acaba? Ama değildik. Kimse kimseye bu kadar yakın olmazdı. İnsan kendinden bile nasıl olduğunu gizlemeye çalışırdı sanki mümkünmüş gibi. Diğerleri nasıl bu kadar yakın olabilirlerdi.

Kedimin içeriden miyavladığını duydum. Ev kapısının önünde dolanmaya başladı. Birkaç saniye sonra da kapı çaldı. Gidip kapıyı açtım, elinde pizza kutularıyla bir kadın duruyordu, ismimi söyledi. Başımı salladım elimi uzattım. Kadın elindeki kutuları bana verirken parmaklarının arasına sıkıştırdığı kalem düştü. “Neyse alırım.” dedi sessizce. Pizza kutularını evimin koridoruna koyup ödemeyi yaptım. Kadına teşekkür ettim. “Afiyet olsun.” Arkasını dönüp asansöre yürüdü. Kapımı kapattım yerdeki kutuları kedimden kurtardım. Salona geçerken düşen kalem aklıma geldi. Sehpaya kutuları koyup kapıya hızlıca geri döndüm. Evet almayı unutmuştu. Eğilip elime aldım klasik bir kalemdi. Mavi tükenmez. Pek bir olayı yoktu. Kapıyı kapatım, kalemi vestiyere koydum, salona geçip pizza kutularını açtım.

 

 

Yağmurlu günler biteli iki gün olmuştu artık lapa lapa kar yağıyordu ki günlerdir böyle sürmesi bana garip gelmişti. Güzeldi. Okullar tatil olduğu için çocuklar dışarıda oluyordu. Onlar sitenin avlusunda oynarken gülüşlerini dinliyordum, kavgalarını duyuyordum. Kedim çok sevmiyordu ama ben eğleniyordum. Bir şeyler yazmaya çalışmıştım ama içime sinmedikleri için yarım kalmıştı. Yazmak için zorluyordum kendimi yoksa yazmayacaktım biliyorum. Keşke kabul etmeyecek kadar zengin olsaydım da kafama göre yaşasaydım diye düşünüyordum günlerdir. En kötü memlekete dönerdim gerçi ama o en en en son plandı.

Kapı çalınca oturduğum koltukta dikkat kesildim. Yemek falan söylemedim, misafirim olacak pek kişi de yoktu çevremde. Ayağa kalkıp kapıya giderken zil bir kez daha çaldı. Kapıyı açtım dün bana pizza getiren kadındı. “Merhaba, dün kalemim burada düşmüştü siz aldınız mı acaba?” diye sordu. “Evet getireyim.” Kapının çok da uzağında olmayan vestiyerden kalemi aldığımda bacaklarımın arasından turuncu kedim hızlıca geçti. “Kediyi tut.” Kapıya koşarak çıktığımda koridorun sonuna doğru yarınlar yokmuşçasına koşan kedimi gördüm. Kadın neye uğradığını şaşırmış bir şekilde bakarken kedimin arkasından koşmaya başladım ama kedim çoktan merdivenlerden inmeye başlamıştı.

Ben merdivenleri inerken arkamdan hızlıca gelen ayak seslerini duydum. “Boşluğuma geldi.”

“Kapı açık değildir zaten kaçamaz.” Basamakları inmeye devam ettik. Zemin kata geldiğimizde kapının açık olduğunu görünce yerimde durdum. “Kesin gitti.” Kız yanımda durdu, önce bana baktı, ben ona baktım. Bir anda koşup dışarıya çıktı. Onu içerden izledim. Avlunun ortasında durup etrafına bakabilmek için yavaş yavaş dönüyordu. Sonra birden çocuklardan birini tuttu bir şeyler sordu. Çocuk başını olumsuzca salladı. Kız çocuğun omzuna vurdu yavaşça, ayağa kalktı. Benim olduğum yere baktı. Göz göze geldik başını iki yana salladı. Dışarı çıkmak için yürüdüm. Kapıdan çıktığımda fark ettim ayaklarım çıplaktı. Yerdeki beyaz kara yalın ayak bastığımda gelen o berbat serinlikle kendime geldim. Kız yanıma geldi, ayaklarımı görmüş olacaktı ki omuzlarımdan tutup beni apartmana soktu. “Üzerine bir şeyler giy de sokaklara bakalım.” Kahverengi gözlerini açmış bana bakıyordu. Transtan çıkmam gerektiğini anladım. Başımı iki yana salladım. “Ben hallederim teşekkür ederim.” Elimde aşağıya kadar tuttuğum kalemi uzattım. Kaleme baktı, gülümsedi. “Peki.” Kalemi aldı. “Ben de teşekkür ederim.” Gülümsedim. Apartmandan çıktı, sitenin ortasına kadar yürüdü sonra bir an arkasına döndü. Kalemi gösterdi, başımı salladım. Sonra gitti.

Arkamı dönüp hızlıca daireme çıktım. Bir yandan kapıyı açık bırakan çocuklara kızarken, bir yandan da üzerimi giyiyordum. Kedimin çocukları sevmemesinin bir nedeni vardı elbet. Tabii ben kedimi övüyorum ama kedim de az değildi. Yahu ben seni yıllarca besledim, sevdim, sıcacık bir yuva verdim sana. İlk açık kapıda benden kaçmak mı istedin gerçekten? Dışarda nasıl yaşayacaktı acaba bu karda bu soğukta yemeksiz battaniyesiz. Sıpa.

Anahtarı alıp evden çıktım. Aşağıya indim tekrar az önce oynayan çocukların yanından geçtim. Avludan tamamen çıktım. Kocaman bir şehir, bir sürü sokak, bir sürü delik, bir sürü insan, köpek… Nasıl bulacaktım ki? Umutsuzdum ama öylece de duramazdım ya. Çam ağaçlarının arkalarına baka baka, kimi zaman sitelere, özel mülklerin bahçelerine gire gire ilerledim. Miyavlıyordum, elimde her ihtimale karşı bir kedi maması duruyordu.

Bir sokağın köşesinden dönerken yere eğilmiş pizzacı kızı gördüm. Önünde turuncu kedim vardı. Elini yavaşça ona uzatıyordu. Kedim kaçmadı aksine yaklaşıp bacaklarına sürtününce kız hemen kedimi kucakladı. Ayağa kalkınca beni gördü. “Buldum onu.” dedi gülerek. Kedim de kucağında kaçmaya çalışıyor, bağırıyordu. Gülümsedim istemsizce. İçim rahatladı. Yanlarına gittim, kız kedimin başını seviyordu, kedim kızgınca bakıyordu. “Teşekkür ederim.”

“Rica ederim. Aslında sen git demiştin ama ben biraz aradım.” İşaret parmağıyla bir çam ağacının altını gösterdi. “Bak orada buldum, üşümüş olabilir ya da korkmuş, biraz titriyordu çünkü.” Kedimi almaya yeltendim, o da direkt geldi zaten. “İkisi de olabilir, evden hiç çıkmadı çünkü, yeni doğduğunda sahiplenmiştim.”

“Adı ne?”

“Turuncu.” Gözlerini kınarcasına çevirdi. “Yaratıcısın.” Başımı salladım ve tabii ki ciddi değildim. “Teşekkür ederim tekrardan.”

“Rica ederim.” Kucağımdaki kedimin başını sevdi tekrar. “Kaçma evden!” dedi kaşlarını çatıp sesini biraz kalınlaştırarak.”

“Görüşürüz.” Sonra arkasını döndü ve gitti. Ben onun gidişini ağır çekim izliyordum. Yağan lapa lapa karda, sessiz, boş sokakta öylece yürüdü ve gitti. O da görüşürüz demişti. Dünkü kadın gibi. Kimse tanımadığı insanlarla görüşmezdi. Arkamı dönüp eve yürümeye başladım. Görüşürüz.

“Kimse tanımadığı bir insanla kocaman bir şehirde tekrar karşılaşıp görüşemez.” dedim kedim anlayacakmış gibi. Sanki bana kafa salladığını düşündüm. Oysa benim kedim yapabilse ‘başladı yine boş yapmaya’ falan derdi. Evet boş yapmak. Bu kalıbı da liselilerin bindiği o otobüste duymuştum. Gözlem çok işe yarıyordu. Lise dizisi falan yazsam yapardım aslında, hem ne de olsa popülerdi şu aralar.

Siteme girdim. Çocuklar yoktu. Eee bir şekilde yorulmaları da gerekiyordu ya bu çocukların. Binanın kapısı hala açıktı. Ben kafamın içinde söylene söylene girerken kapıcı karşımdan geldi. “Pardon?” Başını salladı. “Kapıda bir sorun mu var? Kapalı değildi bugün hiç.”

“Evet, otomatiği bozulmuş yarın yapılacak.” Başımı salladım. “Tamamdır, teşekkürler.” Yanından geçtim asansöre geçtim. Kedim de kucağımda etrafı izliyordu. “Hiç görmediğin yerler bak, biz her gün bunları görüyoruz.” Biraz aşağılamışım gibi oldu sonra. Fark ettim yani. “Şaka yaptım.” dediğimde asansörün kapısı açıldı ve içeriden bir çocuk çıktı. “Aaa turuncu bir kedi hem de şişman.” Dudağımın kenarı biraz havaya kalktı, çocuk da elini kedime uzattı. Turuncu çocuk sevmezdi. Patisiyle çocuğun eline vurunca çocuk korkup gitti. Asansöre bindim. “Şişman değilsin.” dedim başını sevip. “Seni bile zorbalıyorlar değil mi?” Evet zorbalamak. Liselilerden yine.

Eve girip koltuğuma oturdum. Turuncu da koştu kalorifer peteğine uzandı. Ben bugün çok fazla insanla muhattap olduğumu düşündüm. Ve belki de aylar sonra gülümsediğimi fark ettim. Turuncu da büyük ihtimalle dışarıyı düşündü, yanına yaklaşmaya çalışan o çocuğu ve belki birazcık kilolarını.

 

 

Hani ben demiştim ya insan büyük bir şehirde tanımadığı bir insanla asla görüşemez diye. Hala arkasındayım, görüşemez. Ama belki görüşebilmek için elinden gelen her şeyi yapardı. Belki de bu yüzden görüşürüz kelimesini kullanıyorlardı. Hissettikleri ya da bildikleri için. Tamam peki sapık gibi konuştum. Bunun saçmalık olduğunu düşünüyorum.

Şu oldu. Eve geldim, koltuğuma uzandım, hatta o gün karakterlerimi yazmayı bitirdim. Yemek yaparken fark ettim. Aklımda o karlı sokak, kızın arkasını dönüp gidişi vardı. Attım biraz. Yemek yerken onun turuncuya uzanmış sahnesi aklımda belirdi. Unuttum yine. Gece uyumadan önce yatağımda gözlerimi kapattığımda onun benim gözlerimin içine bakarak beni apartmana itişi aklıma geldi. Sonra yan döndüm. Gülümsemelerim aklıma geldi, sonra tekrar gülümsedim. O an delirdiğimi düşündüm ama aslında çok da sağlıklı mıydım? Sola döndüm. Avlunun ortasında etrafına baktığı yer geldi gözümün önüne. Yatağımdan kalktım. Sinirlendim de biraz. Yahu ben uyumak istiyorum. Hatırlatma şu anları bana. Böyle dedim ama bana ait olan bir parçama. Beynim benden izinsiz istediğini yapabilir miydi? Ben istemeyeyim önce değil mi? Ama istedim. Hatırlamak ve o gece bunları hatırlarken hiç somurtmamak.

Sabah oldu. Kahvaltı yapacaktım. Pizza istedim. O pizzadan istedim. Onu görmek için istedim. İnkar mı edeyim? Tabii ki onu görmek için istedim. O getirmedi. O getirmedi ve benim canım o pizzayı yemekten vazgeçti. Yemedim. Kaldı öyle.

O günün üstünden bir hafta geçti. Ben kendimi sürekli durdurdum. Sürekli pizza almamak için direndim. Çünkü o gelmezse ben yine yemeyebilirdim. Ev pizza mı dolacaktı? O gelse ne olacaktı ki? Bana pizzayı verecekti, ben alacaktım, kapıyı kapatacaktım. Beynim ne olacağını düşünüyordu? Belki de sadece görmek içindi bunlar. Bir kere görsem biter miydi bu merak? Bitsin istedim. İşte o yüzden o pizzacıya gittim. Dışarıdan gördüm onu. Çalışıyordu ki çok normal. Yetti mi hayır. Bekledim biraz. İzledim yani ama sonra ani bir kararla içeriye girdim. Kapıyı ittiğimde asılı olan bir zil çaldı. Kapıya bakıp ‘hoş geldiniz’ dedi ve beni gördü. Gülümsedim göz göze gelince. “Merhaba.” Gülerek yanıma geldi. “Hoş geldiniz.” Gülümsedim. “Hoş buldum.”

 

Birbirimize bakıyoruz.

 

 

Birbirimize bakıyoruz.

 

 

Birbirimize bakıyoruz.

 

 

Birbirimize bakıyoruz.

 

 

Kaşlarını çattı. “Oturmak istemez misiniz?” Kendime geldim. Başımı salladım. “Evet, evet başka bir şey düşünüyordum.” Yanından geçip ilk gözüme kestirdiğim masaya geçtim. Elinde menüyle yanıma geldi. Masama menüyü koyarken, istediğim pizzayı söyledim. “Kararlı müşteri en sevilen.” Elinde menüyle geri gitti. Yutkundum. Aç değildim. Ama siz anladınız işte. Ondan geldim, ondan oturdum.

 

Tamamen… Bilmiyorum işte.

Pizzamı getirdi. İçecek isteyip istemediğimi sordu. Almadım. Alıp almam da önemli değildi. Pizzayı yerken bu etkileşimin yetip yetmediğini kafamda tartıyordum. Çünkü gördüğümde de yetmemişti, konuşmak istemiştim. Konuşmuştum da şuan ama hala eksikti. Bir şeyler aklımda kurduğum gibi değildi. Aklımda bunları sayfalarca yazmıştım, gerçekte iki dakika sürmüştü. Turuncu tekrar evden kaçsa ve tekrar onu aramak için kızla konuşsa mıydım?

-

-

-

-

-

-

Tabii ki şaka. Öyle bir şey yapmayacaktım.

Pizza bitti. Gitmem gerek. Eee istemiyorum. Hiçbir şey olmadı. Çocukça davranıyorum.

Ayağa kalktım. Kasaya giderken kızı gördüm. Kasada duran başka bir kızı ‘ben hallederim’ diyerek gönderdi. “Afiyet olsun.”

“Akşam müsait misin?” Gülümsedi. “Belki.”

“Turuncuyu bulduğun için sana minnettarım, sana bir tatlı ısmarlamak isterim.”

“Hmm.” Bilgisayar ekranında bir şeylere bastı. Sonra bana baktı. “Sanırım müsaitim.” Gülümsedim ve başımı salladım. “Buradan alabilirim sizi ya da direkt gideceğimiz yerde buluşabiliriz.”

“Saat altı.” Cevap vermediğim için devam etti. “Saat altıda işim bitecek.” İlk seçeneği seçmişti. Başımı salladım. “Görüşmek üzere.” Arkamı dönüp mekandan çıkarken içim çok heyecanlıydı. Bir anlık yaptığım bu şey beni çok heyecanlandırmıştı. Bir anlık yapılan şeyler ya çok güzel bir sonuca ya da çok çok kötü bir sonuca neden olurdu. Keşke yapmasaydım diyecek kadar kötü.

Keşke yapsaydım mı? Keşke yapmasaydım mı? Bu konu üzerine düşünürsek ve şuan ki ruh halimi de düşünürsek iyi ki yaptım olurdu cevap benim için.

 

 

Akşam olana kadar neler çektiğimi bir ben bir turuncu bir de Allah bilirdi. Saatler geçmedi, hiçbir şeye doğru düzgün odaklanamadım. Berbattı. Ama saat beş buçuğu gösterdiğinde her şey rayına oturdu ve ben hızlıca montumu ve botumu giyip dışarıya çıktım. Hava kararmıştı ve kar da yavaş yavaş yağıyordu. Ben birkaç sokak ilerdeki o pizzacıya gidiyordum. Kalbim biraz heyecanlıydı. Beynim ne konuşacaksınız şimdi diye sorarak beni endişelendirmeye çalışıyordu. Gerçekten ne konuşacaktık bilmiyordum, sadece merak ediyordum. Ben neden onunla geçirdiğim o kısacık zamanı aklımdan çıkaramıyordum? Neden aylardır gülmeyen o dudaklarım onun yanında kıvrılmıştı ve buna devam ediyordu? Bir yazar olarak bunun en romantik halini düşünebilirdim. Aşıksın sen dostum derdim, ama psikolog olan diğer tarafım da bana uzun zaman sonra hayatına ilk giren insana karşı böyle hissettiğimi ve bir anlamı olamayacağını söylüyordu.

Elimi cebimden çıkarıp kolumdaki saate baktım. Daha on beş dakika sonra çıkacaktı ama ben mekanın olduğu sokağı dönmüştüm. İçeriye girip onun çıkmasını mı beklesem yoksa dışarıda mı beklesem bilemedim ama en sonunda dışarıda beklemenin iyi bir fikir olduğuna karar verdim. Elimde bir şemsiye vardı, onun altındaydım. Mekanın olduğu kaldırımda değil karşı tarafta bir ağaçın yanındaydım. Sokak ışığı da benim çok uzağımda değildi. İçeriye bakıyordum. Orada değildi, eşyalarını almaya gitti diye düşündüm. Sonra onu gördüm işte. İçerideki bir çalışana selam verdi ve atkısını boynuna dolayarak yürüdü. Kapıyı açtığında bile hala beni fark etmemişti ama ben onun beni fark etmesi zor bir yerdeydim. Eğer benim düşünce alanıma girmeseydi ben de onu fark eder miydim? Kapıdan çıkıp kısa kahküllerini eliyle gelişi güzel düzeltip etrafına baktı. Ben de karşıya geçmek için kaldırımdan indim. İşte tam o an gördü beni. Yüzünde tatlı bir gülümseme belirdi. Onun gülümsemesi beni istemsizce gülümsetiyordu. Bakın hiçbir şey olmamıştı ki. Karşıya geçtim ve ona yaklaştım. “Bekledin mi çok?” Başımı iki yana salladım. “Hayır.”

“Karı sevmiyor musun?” Şemsiyeyi gösterdi gözleriyle. “Gideceğimiz yere kadar bembeyaz olmayalım istedim.” Kaşlarını yukarıya kaldırdı. “Gidelim mi?” Başını salladı. Yürümeye başladık. Ben o an anladım. Tek şemsiye. Yakın olmamızı istediğim için getirdiğimi düşünmüş olabilirdi söylediğim şey yüzünden. Keşke aklıma gelseydi böyle muziplikler ama sadece havalı görünür falan diye düşünmüştüm. “Adın ne?” diye sordum. “Selin”

Sessizlik

 

 

 

Sessizlik

 

 

 

Sessizlik

 

 

 

Sessizlik

 

Sessizlik kötü bir şey değildi. Sessizce durmak, beklemek belki dinlemek. Ama kimse bunun garip hissettirmediğini söyleyemezdi. Garipti. Aslında şuan olan her şey garipti. Upuzun, sessiz, karlı ve ışıklı bir yolda yan yana tek şemsiye altında birbirini tanımayan iki yabancı. Bu sokakta kimsenin olmaması da garipti. Karın hiç durmaması da. İsmi dışında hakkında hiçbir şey bilmediğim bu kadınla yürümek de garipti. Onun benim hakkımda hiçbir şey bilmeden yürümesi de. Ben onunla iletişim kurmak için yeterince saçmaladıktan sonra en mantıklı şekilde iletişim kurup duygularımla yüzleşmek için davet etmiştim onu. O neden benimle gelmek istemişti? Beni hiç tanımadığı halde, üstelik ben emindim ki onun beni güldürdüğü gibi bir gülücük vermemiştim ona. Onun gülüşü onun yüzündeydi. Eğreti değildi. Ona göre, ona uygundu.

“Neden davetimi reddetmedin?” Bana baktı. “Yani kabul ettin?” Gülümsedi yine. “Neden davet ettin?” Cevap vermedim. “Ben de o yüzden kabul ettim.” Yan gözlerle ona baktım. Merak. Benim onu görmek isteyişim arkasında yatan en basit kavram. Merak. Başımı salladım. “Merak.”

Cevap vermedi.

Sokağın sonundaki kafe de göründü zaten. Onu önden ilerletip kendim şemsiyeyi kapattım. Arkasından girdiğimde pencere kenarında bir masaya geçiyordu. Görevliye montumu teslim ederken bir yandan da onu izledim. Yanına gelen garsonla konuşuyordu. Getirilen menüden bir şeyler gösterdi. Güldü ve uzun bir sohbet geçti aralarında. Yanlarına gittim ve karşısına geçerken bana istediği kahvenin ismini söyledi. Benim için duran menüyü elime aldım.

Kahve

 

Kahve

 

Kahve

 

Kah

 

 

Gözlerimi bir anlığına kaldırıp ona baktım. Ellerini çenesine koymuş benim menüme bakıyordu. Şaşkın bir yüz ifadesi, şaşkın bir bakış. Gözlerini kaldırdı. “Önerin var mı?” Dudaklarını birbirine bastırdı. “Evet.”

Bana bir kahve adı söyledi. Onu istedim ve bunun için gururladı. “Daha önce geldiğin bir yer mi?” Başını salladı. “Evim buraya yakın, bazen sıkılıp oturmaya gelirim.”

“Yalnız mı yaşıyorsun?” Başımı salladım. “Evet.”

“Sen sıkıldığında ne yaparsın?” Düşündüm. Ben evdeyken sıkılmazdım. Hatta ben evdeyken eğlenirdim. Bunu demek beni nasıl gösterirdi? Bence benden kaçardı. Arkasına bile bakmadan.

“Arkadaşlarımla buluşurum.” Başını salladı. “Ben her sıkıldığımda onları aramam.”

“Neden?”

“Kendimle zaman geçirmeyi de seviyorum çünkü.” Güldü. “Her zaman onlarla mısın?” Ben hep yalnızım demek istedim. Yalandı, pardon.

“Hayır yani bazen. Belki.”

“Turuncu nasıl?” Kaşlarımı çattım. “İsmini hatırlıyorsun?” Başını salladı. “Benim yüzümden kaybolacak diye çok korktum.” dedi. Demek o yüzden ben git dememe rağmen onu bulmuştu. “Turuncu iyi.”

“Sevindim.”

Kahvelerimiz geldi. Beni izliyordu. Kahveyi beğenip beğenmeyeceğimi merak ediyordu. Bu duruşu komik geldi ve onu daha fazla bekletmemek için kahvemden bir yudum aldım. Gerçekten güzeldi. “Beğendin mi?” Başımı sallayıp bir yudum daha aldım. “Çok güzel.” Gülümsedi. “Eee neler yapıyorsun?” diye sordu kahvesinden bir yudum alırken. “Senaristim.” Vaov dedi. “Hangi dizileri sen yazdın?”

“Daha kendime ait bir dizim ya da filmim yok.”

“Hiç olmayacak mı?”

“Olacak umarım. Yakın zamanda bir tanesine başladım.” Dudaklarını birbirine bastırdı. “Konusunu çok merak ettim.” Masada biraz yaklaştı. “Söylemezsin değil mi?”

“Maalesef.” Dudaklarını büktü. “İzlerim o zaman.” Gülümsedim. “Sen neler yapıyorsun?”

“Ben pizzacıda çalışıyorum.” Kaşlarımı çattım. “Bu benim bildiğim bir detay.” Yüzünü buruşturdu. Farklı bir bilgi düşünüyor gibi gözleri aşağı, yukarı, sağa, sola gidip durdu. “Psikoloji okudum.”

“Ben de.”

“Gerçekten mi?” Başımı salladım. “Nerdeydin?”

“İzmir.” Başını salladı. “Ben yurtdışında okudum.” dediğinde böbürlendiğini düşündüm. “Nasıl gitti?” Omuzlarını salladı. “Bilmem.” Kaşlarımı çattım. Yurtdışında okumuştu ve bir pizzacıdaydı. Hevessizce cevap vermişti. Başka biri övünmez miydi? “Neden gittin?” Başını kaldırıp bana baktı. “Özel değilse yani.” Cevap vermedi. “Cümlelerinden sevmediğini düşündüm.”

“Sevmiyordum.” Derin bir nefes alıp gülümsedi. “Ama evimi hiç sevmiyordum.”

“Anladım.”

“Merak.” dedi benden sonra. Sonra bana baktı. “Ben seni merak ettiğim için kabul etmedim bu teklifi.”

“Neden ettin?” Omuzlarını kaldırdı. “Bilmem.”

“Hep ne hissettiğini bilmez misin?” Güldü. “Cevabı biliyorsun.” Evet. Bilmem.

“Hangi tür müzikler dinliyorsun?”

“Tür bilmiyorum ama beni üzen şarkıları dinlerim. İçimde bir yer hep üzülmek istiyor ben de izin veriyorum.” Aklıma dışarıdan şen, mutlu görünen bu kızın nasıl içten içe üzgün olduğunu düşünüyordum. Bu bana birini hatırlatmıştı. Hatırlamak istemediğim birini. Ve tekrar ve tekrar onun gibi birinden etkilendiğimi düşündüm. Bu beni garip hissettirdi. Onun bana verdiği bu hislerle hayatıma devam etmeye çalışırken beni birazcık mutlu eden bu kadın da ona benziyorsa? Bu beni bir döngüye sokmaz mıydı? Bu döngüden kurtulmak için bir zamanlar canımı bile feda etmeyi göze almıştım. Bir arpa boyu yol gidememiş miydim? Oysa yıllar olmuş gibi geliyordu. Sanki o zaman çocukmuşum gibi. Sadece sekiz ay olmuştu ya da çoktan sekiz ay olmuştu. Hangi taraftan bakmam gerektiğini biliyordum ama o taraftan bakamıyordum. “Ne düşünüyorsun?”

“Birini andım.” Başını salladı. “Bir kadın mı?” Gülümsedim başımı salladım. “Nerede?”  İçmeyi unuttuğum kahve fincanını tuttum. Soğuktu. “Bilmem.”

“Sana onu mu hatırlattım?”

“Evet.” dedim. Sonra düşündüm hayır demeli miydim? Ona yalan söylemeli miydim? “Sadece son dediğin şey.” diyerek devam ettim. “Seninle olan iletişimimizde onu hiç hatırlamadım.” Gözlerini devirdi. “Açıklama yapmak zorunda değilsin.” Başımı salladım.

“Geçmişini silmek ister miydin?” diye sordum. Biraz bekledi, düşündü. Kafası eğikti. Parmaklarına bakıyordu. Başını kaldırdı. “Evet.”

“Pişman olduğun için mi?”

“Hatırlamak sana da acı vermiyor mu? Her anı her detayı hatırlıyorum ben. Hiç unutamadım. Kafama kazınmış gibi bütün o anlar.”

“Bana da öyle.” Dirseklerimi masaya koydum. “Ama unutmak istemezdim.” Kaşlarını çattı. “O anların hepsinde çok mutluydum.” Başını iki yana salladı. “Bence sen sana bu anları veren kişileri hala çok sevdiğin için böyle düşünüyorsun.”

“Sen sevmiyor musun?”

“Benim ne hale geleceğimi umursamayan insanları nasıl sevebilirim?” Farklıydı. Anılarımdaki o kadından, benden… Farklıydı. İçim biraz rahatladı. Gülümsedim. “Yanılmışım. Sen farklısın.” Kaşları çatıktı, ben böyle söyleyince güldü. “Gururlanmadım ama.”

Sonra konuştuk konuştuk konuştuk. Gece geç saatlere kadar. O rahatsız edici sessizlik olmadan. Susmadan. Masada çay kahve döngüsü devam ederken biz konuştuk. Gerildik, güldük ve bazen de düşündük. Düşünmenin bir aşamasında modumuz gerçekten düşmüştü. Kafede çalan şarkıya odaklanmıştık. Bende olduğu gibi onda da bırakmak zorunda olduğu düşünceler olduğunu fark etmiştim. Kolunu masaya uzattı, kafasını kolunun üstüne koydu, saçlarını yüzünden çekti boşluğu izlemeye başladı. Boş bakışlar ama anlam da doluydu.

“Aslında bugünü böyle düşünmemiştim.” “Eğleniriz, güleriz sanmıştım.” Sessizce durdum. “Ama öyle olmadı. Sakladığım bütün duygularımı ortaya çıkardın.” Gözlerini bana çevirdi, kaşlarını çattı. “You are a bad boy.” Gülümsedim.

Aynı onun gibi yattım ama onun yüzüne bakacak şekilde. “Aklından bir sayı tut.”

“3” dedim.

“Şuan çalan şarkıdan sonra çalacak olan üçüncü şarkıyı söylemek zorundasın.” Kaşlarımı çattım. “Ya şarkıyı bilmiyorsam.” Parmağını dudağına koydu. “Şşşt kopya çekebilirsin.” Başımı salladım ve kulağımı şarkıya verdim.

Bekledim.

 

Bekledim.

 

Bekledim.

 

Bekledim.

 

Bekledim.

 

Bekledim.

 

İlk şarkı bitti. İkinciye geçti. Bu çıkan iki şarkıyı da bilmiyordum. Üçüncüyü de bilmiyor olma ihtimalimi arttırırdı bu. Çoktan başımızı kaldırıp ikincinin bitmesini bekliyorduk. Ben onun aklına böyle bir şey gelmesine şaşırdım. O kafasını dağıtmak için yapmış olmalıydı diye düşündüm. Karşımda duran kişiyi günlerdir o kadar çok merak ettiğimi ve şuan karşımda çok da mantıklı bir sebebi olmayan bir amaç için bütün dikkatimizle şarkı dinliyorduk. Yaptığımız her şeyin, verdiğimiz her kararın sonuçları çok farklı olacaktı, hangisi doğru bilemeyecektik de ama yapıldığı an hissettirdikleri önemli değil miydi zaten? Eskiden yaşadığım her an için de böyle düşünüyordum. O an, o anı yaşarken en mutlu olduğumu düşündüğüm zamanları… Şuan mutluluk tersi duyguları hissediyorum diye o an mutlu olan benden nasıl nefret edebilirdim. O anılar… O anılar olmasaydı? Ben şimdiki ben mi olurdum?

Biliyorum belki şuan yaşadığım her mutlu anda o günleri düşünüp üzülmezdim belki. Ana odaklanırdım. Ama yaş almak biraz da geçmişe üzülmek demek değil midir? Üzülmemek için öylece bekleyecek miydim? Hayat hep mutlu olmak da değildi zaten. Mutsuz olacaktım, üzülecektim, yeri gelecekti dibe çökecektim ama mutluluk gelecekti. Bunu böyle düşündüm her zaman. O dibe çöküşümden sonraki evre daha gelemedi ama umuttan da beklemekten de bıkmadım. Belki de bıkmamam gerekiyordu ki bugün burada çok da mantıklı bir sebebi olmayan bir amaç için bütün dikkatimizle şarkı dinliyorduk. Gülünçtü belki, belki de okuduğunuzda ne bu diyeceğiniz bir hikayeydi ama bu an şu an olanlar benim içimi ısıtıyordu. Önemli olan da buydu.

 

 

Üçüncü şarkının piyano sesi geldiğinde gülümsedim. Bu şarkıyı biliyordum ama bu şarkı bir düetti. “Biliyorsun?” Başımı salladım. “ama sen de söylemelisin.” Güldü saçlarını düzeltti. “Tamam.” İlk ben başladım. Güzel olmadığına emin olduğum sesimle ritme uygun gitmeye çalışarak söyledim kendi kısmımı. Ben şarkının kendime ait kısmını söylerken gözleri bir masada bir arkamdaki duvarda bir de dışarıda yağan kardaydı. Kendi kısmına geldiğinde hafifçe kaldırıp baktı gözlerime sonra hemen kaçırdı. Bunu yapması hoşuma gitmişti ve tekrar yapsın istediğim için gözlerimi bir saniye bile onun üzerinden ayırmadım. Şarkının aynı anda söylememiz gerektiği yerinde tekrar bana baktı. Sanki kafasına koymuş gibi hiç çekmedi gözlerini. Yüzü kızardı ve bunu fark edebildim ama hiç kaçırmadı. O az önce olan şeyi isterken çok farklı bir anla karşılaşmış olmak hayal kırıklığına uğratırdı değil mi? Ama bu da hoşuma gitmişti. Son kısımda kısa bir kısım kalmıştı söylemem gereken. Bu bir soruydu. Bunu ona sormuşum gibi hissettim o an. O an o minik flört çok hoşuma gitti. Son bir sözü kaldığında elini çenesine koydu ve karşılığını söyledi.

Şarkı çok güzel bir şekilde biterken kendimizi alkışladım, o da aynısını yaptı ve güldü. “Çok utandım.” dedi gülüşünün arasından. ‘farkındaydım’ “Çok güzel söyledin.”

“Sen de.”

Bu an. Az önce tarif ettiğim anlardan biri olacaktı. Şuan bunun için pişmanlık duymaya başlamalı mıydım? Hayır. Şuan mutluydum. İşte tam olarak buydu.

Kolundaki saate baktı. “Artık kalkalım mı?” Başımı salladım. Ayağa kalkıp atkısını boynuna koydu, montunu giydi. Ben ondan önce davranıp hesabı ödemeye gittim. O da masadaki eşyalarının hepsini topladı ve yanıma geldi. Birlikte kafeden çıkarken benim için çok güzel geçen bu günün onun için de güzel geçmiş olması için yalvarıyordum. “Çok güzel bir gündü.” dedi ben ona sormadan. “Tanıştığıma çok memnun oldum.”

“Ben de öyle.” dedim. Biraz ama çok kısa bir süre öyle durduk. “Ben gideyim.”

“Aa istersen bırakabilirim.” Bunu sormalı mıydım? Sapık değildim o zaman sorabilirdim? Ama sapıklar sapık olduğunu kabul eder miydi?

“Evim çok yakın.” Başımı salladım. “O zaman iyi geceler.” Arkasını sönüp birkaç adım attı sonra başını hızlıca çevirdi. “Bir dahakine hesap benden.” Bir daha olacaktı. Bir daha olacaktı. BİR DAHA OLACAKTI? Gülümsedim ve başımı salladım. “Bir dahakine sen.” Gülümsedi ve yürümesine devam etti. Biraz orada durdum. Yani o sokağı dönünceye kadar sonrasında hissettiğim şeyler karmaşıktı. Kalbim çok hızlıydı ama içim çok rahattı. Bir kere çok mutluydum. Sadece akşamı düşünerek bile yanaklarımı ağrıtmıştım. Oysa daha karşımda duruşuna, bakışına, gülüşüne sıra gelmemişti.

 

Eve geçtim. Kapıyı açtım. Bu kapı. Bu kapının önünde düşen anısı var kalem, bu kapıdan çıkan turuncu ve benim onunla tanışmam. Bunları sırasıyla düşünüp mutluluğuma mutluluk katmak çok garipti ama devam ettim. Odama geçmeden kanepeye uzandım. Sarı minik ışıklar yanıyor, etrafım karanlık, siyah kabanımla kendimi kanepeye atmış ben. Ve aklımda gerçekten tek bir şey.

 

 

Turuncu’nun hayatımda hiç duymadığım miyavlamasına uyandım. O kadar çok bağırıyordu ki yerimden nasıl kalktığımı anlayamamıştım. Sesi net duyuyordum ama onu bulamıyordum. “Turuncu?” dedikçe ses ‘beni bul’ dercesine artıyordu. Odama girdim, salonda gezdim, mutfağa baktım. Yoktu. Lavaboya gittim, banyoya baktım. Yoktu. Ben Turuncu’ya bağırırken kapım çaldı. Kapıya giderken bir yandan da bağırmaya devam ediyordum ama Turuncu sesini kesmişti. Kapıyı açtım. Karşımda Selin vardı. Neden burada olduğunu anlayamamıştım. Zaten yeni uyanıklığım, Turuncu’nun miyavlaması… “Sel…”

“Merhaba, dün kalemim burada düşmüştü siz aldınız mı acaba?”

 

 

 

Ne?

 

 

 

Ne?

 

 

 

Ne?

 

 

 

Ne?

 

 

 

Ne?

 

Bakışları.

Beni tanımıyor gibiydi.

Sanki dün gece benimle zaman geçirmemiş gibi.

 

“Beyefendi?”

 

O an düşündüm.

 

Ben. O koltuktan kalktım mı?

 

 

 

 

Ben

 

 

 

 

Ben

 

 

 

 

Ben

 

 

 

 

Ben o koltuktan hiç kalkmadım. 

Cansu Türk
Paylaş: